Günler Sırayladır…

Konulan bütün meşru sınırların aşılması sonucunda yaptırımlar ortaya çıkar.
Hz Âdem ve Hz Havva nimetler içerisinde yaşarlarken kendileri için çizilmiş meşruiyet sınırının dışına çıkınca cennetten yeryüzüne inme ile sonuçlanan Allah’ın -celle celaluhu- yaptırımı ile karşılaştılar. “(Allah) buyurdu: “Birbirinize düşman olarak inin, sizin yeryüzünde bir süreye kadar kalıp geçinmeniz gerekmektedir.” (Araf 24) Bu öyle bir inmeydi ki kendi nesillerinden gelecek olanların arasında düşmanlıklar olacaktı. Gecikmedi, Âdem’in çocuklarından Kabil’in düşmanlığı ile başlayan Habil- Kabil mücadelesi insanlık tarihi boyunca devam edecekti. İsimler değişecek ama mücadele hep aynı kalacaktı. Hak-Batıl mücadelesi.
İbrahim(a.s)-Nemrud, Musa(a.s)-Firavun arasında meydana gelen mücadele Hz Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- ile müşrikler arasında en üst düzeyde yaşanmıştır. O günden bu güne de yaşanmaya devam etmiş kıyamet sabahına kadar da devam edecektir. Mücadelenin galibi hep aynı taraf değildir. Bazen Habil’ler Bazen de Kabil’ler kazanmıştır. Çünkü Allah -celle celaluhu- inananlarla, inanamayan ve münafıkları birbirinden ayıracak inananları imanlarına karşılık cennete iman etmeyenleri de cehenneme koyacaktır. “(Bu da) Allah’ın sizden iman edenleri ayırt etmesi ve sizden şahitler/şehitler edinmesi içindir. Allah zalimleri sevmez.” (Ali İmran 140)
Zaferi belirleyen temel ölçü ise hak ya da batıla olan inanma kuvvetidir. Herhangi bir zamanda kâfirlerin bir zafer günü görmüş olmaları bile bir çeşit iman ile ilgilidir. Mesela kâfirlerin batıla inanmalarının kuvveti, mü’minlerin hakka inanmalarının kuvveti ile karşılaştırıldığı zaman, kâfirin batıla olan imanında daha çok bir şiddet ve kuvvet varsa; o kâfirler o müminlere galip gelebilirler ki, bu galibiyet batılın hakka üstün gelmesi değil, inanılan şeyi bir tarafa bırakarak, bir imanın, diğer imana galip gelmesi demektir. Çünkü ilgilendiği şeye bakmaksızın mutlak iman, mutlak küfre muhakkak galiptir.(Elmalı’lı Tefsiri)
Nuh(a.s) 950 yıl kavmine tebliğde bulundu. Onu aralarından kovuyorlar çocuklarına onu göstererek onunla alay etmelerini istiyorlar hatta bazen onu öldüresiye dövüyorlar, öldü diye bırakıp gidiyorlardı. Fakat o kendisine gelince tekrar aralarına gidiyor ve tebliğine devam ediyordu. Bunca gayretin sonunda Nuh(a.s)’a 80 kişi iman ediyordu. Artık iman edecek kimse kalmayınca Nûh dedi ki: “Yeryüzünde kafirlerden bir tek kişi bırakma.” “Zira sen onları bırakırsan kullarını yoldan çıkarırlar ve sadece ahlâksız ve kâfir çocuklar doğururlar.” (Nuh, 26,27). Duası ile Allaha iltica ederek aralarında hüküm vermesini diledi.
Musa (a.s) ile Firavunun mücadelesi yıllarca devam etmiş, bu arada İsrail oğulları Firavunun her türlü zulmüne maruz kalmışlardı. Ancak kurtuluşa, Kızıl Deniz’in kenarında ölüm ile burun buruna geldikleri her şeyin bittiğini zannettikleri bir anda ulaşmışlardı.
Hiçbir başarı/zafer çabasız, sıkıntısız çoğunluklada acısız gelmiyordu. Çünkü mücadelenin kendi tabiatında zorluk, güçlük ve bela vardır.
BİN SIKINTI BİR ZAFER=TAİF
Tebliğin temel amacı bir kalbi iman ile buluşturmaktır. Bu bazen bazılarının taşlanması sonucunda gelir. Hatta bu, âlemlere rahmet Hz Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- bile olabilir. Davetin zorlandığı günlerde Allah Rasulü İslam’ı Mekke’nin dışına taşırmak ve sonunda Mekke’yi dışarıdan kuşatarak fethetmek için uygun bir yer aramış ve bu yerin Taif olabileceğini düşünmüştü. Taif’e Taiflileri İslam’ı davet etmek için gittiğinde belki de hiç beklemediği bir karşılama ile karşılaşmış, taşların hedefi olmuştu. Kendilerine dünya ve ahiret saadeti kazandıracak mesaj sunmaya gittiği yörenin insanları O’nu anlayamamış üç-beş çapulcuya taşlatmışlardı. Fakat O’nu anlayan tek de olsa bir gönül bulunmuş ve Taif zaferle sonuçlanmıştı. O gönlün sahibi ise bir köle (Addas) idi.
BEDİR- UHUD- HENDEK’TEN OSMANLI’YA
“Eğer size (Uhud savaşında) bir yara değmişse, (Bedir harbinde) o topluma da benzeri bir yara dokunmuştu. O günler ki, biz onları insanlar arasında döndürür dururuz.” (Ali İmran 140)
İlahi vahyin Medine’de yer bulmaya başlaması ile tebliğde yeni dönem başlamıştı. Bu dönem belki de en az Mekke kadar tehlikeli, Mekke kadar zor ve çetin bir dönemdi. Mekke’de Müslümanlar fert fert müşriklerin hedefi durumunda idiler. Medine’de ise topyekûn müşriklerin hedefi haline geldiler. Hicretin üzerinden iki yıl gibi kısa bir süre geçmişti ki Bedir’de güç dengesi bakımından eşit olmayan şartlarda iki toplum karşı karşıya geldiler. O gün Allah mü’minleri melekleri destekleyerek zafere ulaştırdı. Gün inananların idi. Bedir’in üzerinden de henüz bir yıl geçmişti ki müşrikler ve inananlar bu defa Uhud’da karşı karşıya geldiler. Fakat bu gün müşriklerin günüydü. Allah -celle celaluhu- âlemlere rahmet olarak gönderdiği Habib’ine sahabesiyle birlikte mağlubiyeti yaşatmıştı.
Bedir ve Uhud insanlar arasında zafer günlerinin değişkenliğini ortaya koyan en belirgin örneklerdir. Bedir’de müşriklerin ileri gelenleri ile birlikte yetmiş den fazla kayıpları vardı. Uhud’da ise Uhud’da Hz Hamza ve Musab gibi güzide sahabelerin yanında yetmiş tane de Ensar’dan sahabe şehit verildi. Ve sünnetullah gereği zafer bir gün inananların bir gün inanamayanların olacaktı.
İnananların Uhud’dan çıkardığı dersler, alınan tedbirler ve oluşturulan yeni stratejiler ile çok geçmeden Hendek’te zafere ulaştıktan sonra Mekke’yi de fethederek İslam’ı dünyaya ulaştırmanın yolunu açtılar.
İslam tarihi Bedir-Uhud-Hendek üçgeninde olduğu gibi zaferin gidip geldiği mücadelelerle doludur. Kudüs’te, Endülüs’te, Anadolu gibi birçok yerde karşı karşıya geldiler. Bazen inananlar bazen diğerleri kazandı.
Osmanlının ortaya çıkışı ve yok oluşu da iki büyük istila sonucu olmuştur.
13. yyda başlayan Moğol istilası 30.000.000 insanın ölümüne neden olurken Büyük Selçuklu Devleti, Anadolu Selçuklu Devleti ve Abbasi Devletinin yıkılması sonucunu doğurmuştur. “XII. yüzyıl İslam medeniyetinin en parlak ve göz kamaştırıcı yüzyılıdır. XIII. yüzyıla gelindiğinde İslam medeniyetinin tahribi birinci derecede Moğolların eliyle olmuştur. Gerçekten medeni hayatın tahribinde ve İslam Âlemi’nin böyle büyük bir felakete uğramasından sonra, ilim ve medeniyetin gerilemesi için başka şart ve sebepler aramak beyhudedir.”Prof. Dr. Laszlo Rasonyi
Moğol istilası, manevi değerleri saklayan kitleleri imha etti. Şehirleri, medeniyet ocaklarını yaktı. İbnu’l-Esir, Moğolların İslam âlemine tasallutlarını dünyanın en büyük hadisesi ve musibeti olarak değerlendirerek şöyle demektedir: Zaman yaratıldığından beri böyle bir bela görülmemiştir. Öyle bir musibet ki, bütün mahlûkat onlardan zarar görüyor. Onlardan zarar görenlerin başında tabi ki Müslümanlar gelmektedir. Eğer birisi çıksa ve dese ki, Kâinat yaratıldığından bu ana kadar böyle bir musibet görmemiştir, iddia etse, muhakkak ki, doğru söylemiş olur. Çünkü tarih böyle bir afeti daha kaydetmemiştir.
Bütün bu felaketlerin ardından Osmanlı Devleti tarih sahnesine çıkmış, hâkim olduğu çok büyük coğrafyada 600 yıl adalet ve merhametle hüküm sürmüştür. Aynı Osmanlı bir başka felaket olan 1. Dünya Savaşı sonunda gelişen sosyal ve siyasi atmosfer içinde yerini Türkiye Cumhuriyeti Devletine bırakmıştır.
Osmanlıdan sonra özellikle Ortadoğu’da istikrar sağlanamamış bölgede kan ve gözyaşı hiç dinmemiştir. İslam coğrafyasının günümüzde içinde bulunduğu durum adeta Kızıl Deniz’de sıkışan kurtuluşa ramak kalan İsrailoğullarının durumuna ya da ilahi mesajı Medine’ye taşımak ve dünyaya adalet, sevgi ve merhameti götürmek isteyen Hz Muhammed’in -sallallahu aleyhi ve sellem- evinin sarılması zamanına benziyor. Müslümanları atacağı doğru adımlar dünyaya yeniden adalet getirecektir. Çünkü “insanlar arasında günler sırayladır”.