Sıradan Bir Gün

Sıradan Bir Gün

Sabahın erken saatleriydi. Tek katlı, küçük bu evin duvarlarında, güneşin ilk ışıkları yükseliyordu. Perdelerin arasından süzülen gün ışığı, evin içini sıcacık yapmıştı. Sabah yediye kurulu olan saatin alarmı çaldı. Ses bütün evde yankılanmıştı. Yataktan uzanan uzun parmaklı bir el, saatin düğmesine hafifçe dokunarak alarmı susturmuştu. Alarmın yaptığı yankı bir anda kesilmişti. Yankıyı beyninde birkaç dakika daha hisseden bu elin sahibi, yavaşça yatağından kalktı, kollarını havaya doğru gererek esnedi ardından da kafasını iki yöne doğru eğerek boynundaki kulunçları kırdı. Banyoya doğru yöneldi, lambasını yaktı ve sıcacık su ile duş alıp üzerini giyindi.

Kahvaltı yapmamış, sadece bir fincan kahve içmişti. Evini kontrol edip, lambalarını söndürdükten sonra evinden çıktı. Kapısını özenle kapatıp kilitledi. Sokağa çıktığında etrafta işine giden birkaç insandan başka kimseyi görmemişti. Kendisi de onlar gibi dükkânının yolunu tuttu. Dükkânı çarşıda idi. Uzunca bir yolda yürüyordu. Bu yol her zamanki gibiydi; kahvehanenin önünden geçerken ağır sigara kokusu insanın gözlerini yakıyordu. Börekçinin önünden geçerken ise çıtır böreğin kesilirken ki çıtırtısı insanın iştahını kabartıyor sabah sabah daha da acıktırıyordu. Böyle süregelen upuzun bu yolu geçtikten sonra ara sokaktaki terzi dükkânının önünde orta boylu, geniş omuzlu, saçları beyaza çalınmış, siyah gözlü orta yaşlı birisi durdu bu Mehmet efendiydi.

Mehmet Efendi çok sakin sessiz bir insandı. Her sabah dükkânına gelir, çalışır ve akşam tekrar evine dönerdi. Cebinden yuvarlak bir demir parçasına sarılı anahtar dizisini çıkardı ve dükkânını açmak için eğildi. Kepenkleri tutan asma kilitleri açtı ve gürültülü bir sesle kepenkleri kaldırdı. Anahtar dizisinden bir anahtarı seçip dükkân kapısının kilidini açtı. Kapıyı iterken üstündeki zilden ince bir ses çıktı. Bu zil dükkâna hoş bir ses yayıyordu bu da Mehmet efendiyi mutlu ediyordu. İçeriye girip lambaları yaktı.

Uzunca dört tarafı kapalı tahta masaya ilişti gözü, üzerinde bir yığın kıyafet vardı. Bugün için yetiştirmesi gerekiyordu. Hiç vakit kaybetmeden işe koyulmak istedi ve ilk önce yerlerin tozunu aldı, ütü makinesinin düğmesine bastı ısınması için hemen ardından da yeni aldığı elektrikli dikiş makinesinin başına oturdu. Dünyadaki değişimlere o da ayak uyduruyordu ilk önce dikiş makinesini pedallıdan elektrikliye sonra da ütüsünü buharlı ütü ile değiştirmişti. Hemen işe koyuldu. İlk önce pantolonları elden geçirdi. İşi biten pantolonu ütü makinesinin üzerine doğru narince atıyordu.

Saat on buçuk civarıydı karnı epey bir acıkmıştı. Dükkânına gelirken iki tane dumanı üstünde tüten simit almıştı. Yanmış susam kokusu tüm dükkânın içine nüfuz etmiş, hoş bir koku yaymıştı. Ama onları sıcakken yemek nasip olmamıştı iş yoğunluğundan. Simitlerin yanına çay ocağından bir çay söyledi. Çayın gelmesini bekledi yemek için sonra da iki lokmada koca simitleri mideye indirdi. Boğazına düşkün bir insandı bu yüzden biraz kiloluydu. Her gün hiç üşenmeden giyeceği elbiseyi ütüler, özenle giyinirdi. Seyrelmekte olan kırlaşmış saçlarını tarar ve limonla şekil verir, ayakkabısını ıslak bezle her gün siler, her sabah yavaş yavaş sarkmış suratını ustura ile tıraş eder, iki dirhem bir çekirdek olmadan evden çıkmazdı.

Terzilikte de gayet mahir birisiydi. Yılların verdiği bir tecrübede vardı tabi ki. Hatırı sayılır bir müşteri kitlesi de vardı. Çarşıdaki birkaç giyim dükkânı ile de birlikte çalışır, onların işini yapardı. Vakit öğleni biraz geçmişti. Pantolonları bitirmiş, ütülemiş ve raflara dizmişti. Sıra diğerlerine gelmişti ama bu yoğun çalışma onun darı ambarı kadar geniş midesini acıktırmıştı. Sabah gelirken fırına söylediği etli güveci gelmek üzeriydi. Sabırla onu bekliyor, bir yandan da elbiseleri kesip biçmeye ve de dikmeye devam ediyordu. Sürekli tahta masa, ütü masası ve dikiş makinası arasında dönüp duruyordu.

Aradan bir saat kadar geçmiş ve nihayet güveç gelmişti. Fırıncının cılız çırağı güveci terzihaneye getirince içerisini leziz et ile sebzelerin harman olduğu bir koku sarmıştı. Çırakla birkaç kelam ettikten sonra tahta masanın çekmecesini açıp ona yemeğin parasını verdi. Çırak parayı alır almaz cebine koydu ve Mehmet efendiye afiyetlerini sunarak terzihaneden ayrıldı. O gidince Mehmet Efendi masanın üzerine birkaç eski gazete kâğıdını serdi, üzerine sıcacık güveci ve ekmekleri koydu. Masanın altındaki soğutucudan bir şişe ayran çıkardı, birkaç kez çalkaladı ve bardağa döktü. O kadar acıkmıştı ki hızlıca silip süpürdü güveci.

Vakit akşama geliyordu. İşlerin yarısını bitirmiş ve teslim etmişti. Çok çalışmıştı Mehmet Efendi epey de yorulmuştu. Mehmet Efendi yorulduğu günler kendini rahat hissederdi hayatta bir gününü daha boş geçirmemek onun hayata dair tesellilerinden bir tanesiydi. Akşam olmuş, güneş batmıştı. İş çıkış saati yoktu. Güneş ne zaman batar, etrafa karanlık çökerse o zaman dükkânı kapatırdı. Yine aynı şekilde yaptı ve gün batınca dükkânı kapattı. İşlerin tamamını bitirmişti. Dükkânı açtığı gibi kilitledi. Evine geri döndü. Hemen mutfağa gidip kendine bir kahve yaptı. Okuma köşesine geçip kitabını açtı, kahvesini yudumlarken bir yandan da kitabını okudu. Üzerine hafif bir ağırlık çöktü. Koltuğun başına kafasını koydu, kitabı yavaşça elinden kayıp dizine düştü ve orada uykuya daldı.

 

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.