Mazlumlar Teknesinde Bir Hafız

Mazlumlar Teknesinde Bir Hafız

Şehir yeni güne her zaman ki gibi bomba sesleriyle uyanmıştı. Her yeri kocaman, bembeyaz bir toz bulutu kaplamıştı. Göz gözü görmüyor, bomba sesleri her köşede yankılanıyor ve bu yankı insanların kulağında derin bir ses bırakıyordu. Bu kargaşada anlaşılan tek bir şey vardı; iki grubun birbiriyle ölümüne çatışmasıydı. Biri diğerine ateş ederken:

—Allahuekber! Allahuekber! diye bağırıyor, öteki de karşısındakine aynı kelimeyi söylüyordu. İşin garip tarafı da bu idi. Kardeş kardeşe kurşun sıkıyordu. Acaba hangi taraf haklıydı?  Sokaklarda insanlar feryat çığlıklarıyla oradan oraya koşturuyordu. Gruplar birbirlerine ateş etmekten sivilleri görmez olmuşlardı. Çatışma iki saate yakın sürmüş, neden sonra kimse anlamadan bir anda kesilmişti. Etrafta sadece yerlerde sıcak kanın içinde yatan, üzerinde sinekler uçuşan cesetler vardı. Dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen hiçbir asrında yaşanmayan bir vahşetti. Sokaklarda kaldırımlara üst üste yığılmış cesetler, çöp konteynırlarına topluca katledilip atılmış bebekler, üstleri başları yırtık kadınlar, elbiseleri yağmalanmış erkekler… Üst üste yığılmış cesetler adeta kanlı bir tepeyi andırıyordu, etten kıpkırmızı bir tepe… Yığınların bazılarında kollarından parmaklarına ince bir yolla süzülen kanlar, parmak uçlarına birikiyor, damlaya damlaya kaldırımın kenarına kocaman bir kan gölü oluşturuyordu.  Etrafa ağır leş insan kokusuyla silahların namlusundan çıkan barutun birleştiği bir koku hâkimdi. Bu koku İnsanın genzini yakarken aynı zamanda midesini bulandırıyordu.

Aradan iki hafta geçmişti. Çatışmalar durulmuş, şehri derin bir sessizlik bürümüştü bir süreliğine. Bu durumu fırsat bilen masum, suçsuz halk ikişer üçer şehri terk etmeye başlamıştı. Başka şehre gitseler orada da aynı savaş vardı ve çareyi en yakın sınır komşusu olan Türkiye’ye sığınmakta buldular. Arabası olan arabasıyla, atı olan atıyla gözleri yaşlı halde hızla şehirden, memleketlerinden ayrılmak zorunda kaldılar. Bu yolculuk günlerce sürdü, sürdü. Ufukta Türkiye toprakları görünüyordu. Bu görüntü insanların için bir serinlik, huzur getirmişti çünkü Türkiye’nin kendilerine merhametli davranacağını biliyorlardı. Halk sınıra iyice yaklaşmıştı. Onları sınırda kahraman Türk Askeri’nin güler yüzü karşıladı. Güvenlik ve sağlık kontrolleri yapılınca insanlar birer birer sınırdan içeriye girdi. Tüm kontroller yapılmış ve herkes sınırdan nihayet geçmişti. Artık hepsi bambaşka bir ülkenin topraklarında idi. Genç Mansur’da onlardan birisiydi. Orta boylu, esmer tenli, tertemiz yüzlü, siyah kıvırcık saçlı bu gençte savaştan kaçanlar gemisindeydi. Mansur da herkes gibi sadece eskimiş yırtık çantasını sırtına alıp kaçmıştı. Annesi ve iki küçük kardeşini zalimler şehit etmişti. Babası ise ülkesini müdafaa etmek için orada kalmıştı. Mansur’da savaşmak istiyordu babasının yanında kalıp ama babası onu zorla göndermişti.

Babasına ağlayarak şu sözleri söylemişti:

–Babacığım beni bırakma ne olursun, bende yanında kalayım tek başıma ne yaparım orada ben. Seninle burada vatanıma sahip çıkar şehit olurum bu benim için daha iyi.

Babası oğluna dolu gözlerle bakıyor ağlamamak için kendini zor tutuyordu.

–Hayır, evladım senide kaybetmeye dayanamam ne olur git orada kal onlar iyi insanlar sana yardım ederler. Ben bir gün geleceğim yanına sana söz veriyorum canım oğlum. Hadi fazla vaktimiz yok.

İkisinin de gözlerinden yaşlar boşaldı ve sonra helalleşip sarıldıktan sonra Mansur’da diğer insanlarla kamyonetin kasasına binip uzaklaştı. İşte Mansur’un göç hikâyesi de böyle başlamıştı. Mansur çok zeki bir gençti. On beş yaşında bir hafızdı. Bu yaşına kadar bir çocuğun yaşaması gerekenden fazla şey yaşamıştı. Bu da onu daha olgunca davranabilmeye yöneltmişti. Babası elektrik mühendisiydi, Mısır’da okumuş ve ülkesine hizmet için dönmüştü. Evleri, arabaları kısacası her şeyleri vardı ama hepsi bir bombayla küle dönmüştü. Babası orada ölmeye kalmış, kendi ise eline eski bir çanta alıp cebindeki azıcık para ile yollara düşmüştü.

Mansur ve beraberindeki insanlar otobüse binmiş ve sınırdan uzaklaşmışlardı. Herkes farklı bir şehirde iniyordu. Otobüs Kayseri merkezine gelmişti. Mansur’da orada indi. Dilini yaşayışını hiç bilmediği bir şehirde nasıl yaşayacağını bilmeyen bir genç on beş yaşında hayata yeni gözlerini açmış bir bebek gibiydi. Saf, tertemiz ve dosdoğru. Türkçeyi iyi konuşamıyordu. Çat pat öğrendiği birkaç kelime vardı.

Aradan günler geçmişti. Mansur, bir çay ocağında işe başlamış, Türkçeyi bir Türk kadar iyi konuşabilmeyi becermişti. Çarşıdaki esnafa çay dağıtıyor, arada ek iş bulursa yapıyordu. Kendini çalıştığı çarşıdaki esnafa sevdirmişti. Geceleri çay ocağında kalıyordu. Her gece yatmadan namazını kılıp Allah’a dua ediyordu Babasını görebilmek için. Aradan uzunca bir vakit geçmişti. Hala babasını bekliyordu. İçindeki umudu asla kaybetmemişti. Yaşadığı hayatından ne kadar memnun olsa da memleketini, yurdunu ve özellikle de babasını çok özlüyordu. Hep şu sözü söylüyordu

“Allah’tan gelen kazaya rızadan başka çare yoktur.”                                           

Bu cümle onu hayata daha da bağlıyordu. Mansur memleketinden ayrılalı bir seneyi geçmişti. Çay ocağını borçlarından dolayı sahibi kapatmak zorunda kalmıştı. Mansur’da geçimini artık karton,  kâğıt toplayarak sağlıyordu. Demirden, arkasında büyük bir çuval bağlı bir arabası vardı. Yaz kış onunla dolanır kâğıt toplardı. Onları satar ve para kazanırdı. Kendi memleketinde olanların çoğunlukta olduğu bir mahallede, birkaç gençle beraber ortaklaşa ev tutmuş, orada yaşıyordu.

Bir gün yine demir arabasıyla kâğıt toplamaya çıkmıştı. Bayağı bir dolanmıştı. Vakitte epey ilerlemiş ikindi vaktine gelmişti. Ezanın sesini duyan Mansur hemen caminin şadırvanında abdest almış ve camiye gitmişti. Namazını huşu içinde kılmıştı. Caminin içinde biraz dinlenirken, içinden bir Kuran okuma isteği geldi. Besmele çekip okumaya başladığında cemaatin tüyleri diken diken olmuştu. Öyle güzel Kuran okuyordu ki herkes pür dikkat onu dinliyordu. Beş altı dakika kuran okuduktan sonra kalkıp dışarıya çıkmak için kapıya yöneldi. İmam hemen seslenerek Mansur’u yanına çağırdı.

–Evladım çok güzel Kur’an okudun aferin sana!

–Sağ olun Hocam.                                             

–Nerede öğrendin böyle Kur’an okumayı?

–Ülkemde Hafızlık yaptım hocam. Hafızım ben.

Hocaefendi böyle güzel Kur’an okuyan bir genç ilk defa görmüştü. Onunla biraz sohbet etmek istedi ve odasına davet etti.

–Ne iş yapıyorsun evladım nerede çalışıyorsun?

–Daha önce bir çay ocağında çalışıyordum. Lakin orası kapanınca el arabası ile sokakta karton toplayıp satmaya başladım.

–Ailen var mı?

–Babam ülkemde savaşmak için kaldı kardeşlerim ve annem de şehit oldu. Derken gözleri doldu. Hocaefendi de onunla beraber hüzünlenmişti. Hemen onun neşesini yerine getirmek için bir şeyler düşündü ve aklına boş olan Müezzinlik yeri geldi. Mansur’a:

–Evladım bizim bir müezzinimiz yok burada müezzinlik yapmak ister misin? diye sorunca Mansur bu teklife çok sevinmiş, adeta havalara uçmuştu. Hemen kabul etmişti.

Ertesi gün hiç vakit kaybetmeden camide görevine başlamıştı. Artık düzenli tertemiz bir işi vardı. Her gün sabah erkenden kalkıp camiye gidiyor yatsı namazından sonra evine geri geliyordu. Bu hayat uzunca bir süre böyle devam etmişti. Ama yüreği sanki kor bir ateş misali yanıp tutuşuyordu. Babasından bir türlü haber alamamıştı. Sabırla bekliyor, babasının gelip boynuna atılıp sıkıca sarılacağı günü iple çekiyordu.

Gel zaman git zaman bir gün Mansur her zaman ki gibi yatsı namazını kılmış ve evinin yolunu tutmuştu. Keyfi oldukça yerindeydi. Mis gibi bahar havasının keyfini çıkartarak eve doğru yürüyordu. Nihayet evinin kapısına gelmişti. Zili çaldığında ona kapıyı ev arkadaşı Ali hüzünlü bir yüzle açmıştı. Mansur ne olduğunu anlamamış eve girdiğinde ise içerde babasının en yakın dostu olan Muhammed amcasını görmüştü. Onun da suratı Ali’nin ki gibiydi. Bu hüzün hayra alamet değildi. Mansur Muhammed amcasına ne olduğunu sorduğunda babasının şehit olduğunun haberini almıştı. Bu olay karşısında Mansur donup kalmış ne diyeceğini, ne yapacağını bilememişti. Bir iki dakika öylece durmuş ve hiddetle ayağa kalkıp gür bir sesle:

–Benim Babam aslanlar gibi savaşıp ülkemizi müdafaa edip şehitlik mertebesine ulaştı. Rabbim ruhunu şad eylesin. Ona Cennetine girebilmeyi nasip eylesin. Ruhun şad olsun Bbabam ruhun şad olsun… diye haykırdı. Gözünden bir damla bile yaş akmamıştı. Çünkü babası ile gurur duyuyordu. Bir şehidin oğlu olmaktan gurur duyuyordu.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.