Kemale Erdirilmiş Tek Din İslam’dır

Metin
Başbuğ – Kemale Erdirilmiş Tek Din İslam’dır
İslam’ı anlama, kavrama ve hayata hâkim
kılmada, İslamî çalışmalarda, İslamî hareketlerde alınması gereken ilk ölçü
“İslam’ı bir bütün olarak algılamak ve İslam’a bir bütün olarak bakmak”
ölçüsüdür.
İslam dini, adını Rabbimizin koyduğu, Hz
Adem aleyhisselam’dan kıyamete kadar sınırlarını kendisinin belirlediği ve
hayata tatbik edilmesinden razı olduğu tek dindir.
“Muhakkak
ki Allah indinde din İslam’dır. …” (Âl-i İmran, 19)
İslam dini Son Nebi Hz Muhammed aleyhisselam
ve O’na tabi olan ashabının 23 yıllık zorlu mücadelesi, cehdi ve sabrı
neticesinde Rabbimiz tarafından kemale erdirilmiştir. Kamil manada yaşanır hale
geldikten sonra ümmetin üzerine Rabbimiz nimetini de tamamlamıştır.
“Bugün
size dininizi ikmal ettim. Üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din
olarak İslam’dan razı oldum. …” (Maide, 3)
Kur’an’ın en son indirilen ayetlerinden
olan bu ayet nazil olduğu zamanda Müslümanlar, kendileri için kemale erdirilen
bu dini hayatlarına eksiksiz tatbik ediyorlardı. Bunun kadar önemli olan husus
da bu dini -vazifeli oldukları şekilde- bütün insanlığa ulaştıracak iradeye,
iktidara/güce, azme ve sabra sahip hale gelmişlerdi. Allah onlara, bu şekilde
yaşadıkları sürece ahiret nimetlerini zaten kazandıklarını, üzerine “dünya”
nimetinin de verilerek kendilerine vaat olunan nimetin tamamlandığını
müjdeliyordu.
Bundan dolayıdır ki bu ayet Efendimizin
dünyadaki “risalet” vazifesinin tamamlandığına da işaret ediyordu. Vefatından
birkaç gün evvel ashabına “Kul, Rabbiyle dünya arasında muhayyer
bırakıldı. O, Rabbini seçti.” derken kendi tercihini açıklıyordu. Çok
değil 10-15 yıllık bir ömür daha ihsan edilse insanlık tarihinde büyük bir
fatih, hükümdar olarak da anılabilecek olan bir insan, insanlığa kemale
indirilmiş bir din ve tamamlanmış bir nimet bırakarak Rabbine “Kul Peygamber”
olarak dönmeyi tercih ediyordu. Kendisine sonsuz salât ve selam olsun.
İslam, tam/kâmil olarak hayata tatbik
edildiğinde bu dinin müntesiplerine tarihin her döneminde Allah nimetini de
tamamlamıştır. Rabbimiz, önemine binaen Bakara Suresi’nin 47. ve 122.
ayetlerinde tekrar ederek İsrailoğullarına önemli bir hatırlatmada bulunur:
“Ey
İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve (bir zamanlar) sizi cümle âleme üstün
kıldığımı hatırlayın.”
Biz Müslümanlar da ümmet olarak 1500
yıllık tarihimize baktığımızda zaman zaman âlemlere üstün kılındığımıza, bizden
önceki ümmetlerin hatalarını tekrar ederek Allah’ın dinini böldüğümüz,
parçaladığımız, hayatımıza tatbik etmediğimiz dönemlerde ise dünya nimetini
kaybettiğimize, zilletten zillete sürüklendiğimize şahit oluyoruz. Rabbimiz ahiret
nimetini de kaybeden mahrumlardan eylemesin.
Bilelim ki İslam’ı bir bütün
olarak görmek, anlamak ve yaşamak kul olmanın, Müslüman olmanın en tabii
gereğidir. Onun dışında bir hakikat yoktur. Onun dışındaki bütün sistemler
sapıklıktır, zulümdür.
İslam dini mükemmeldir. Kıyamet
sabahına kadar insanlığın bütün ihtiyacına cevap verecek, onu huzur ve saadetle
yaşatacak ahkâmı hâvîdir.
Yeterlidir, başka dinlerden takviyeye
gerek yoktur.
“Kim
İslam’dan başka bir din/hayat tarzı ararsa bilsin ki kendisinden (böyle bir
din) asla kabul edilmeyecek ve o ahirette ziyan edenlerden olacaktır.” (Âl-i
İmran, 85)
Mesele, Allah Teâlâ’nın ikmal edip bizim
için beğenerek seçtiği bu dini bir bütün olarak algılamak ve yaşamak. Bunun
için ise tam bir teslimiyet, geniş bir bakış açısı ve açık bir ufuk gerekir.
İslam’a bir bütün olarak bakamamak, onu
bir bütün olarak algılayamamak ve ondan sadece bir kısmını yaşamayı ve bu
hususta titizlik göstermeyi kemâlât zannetmek veya diğer batıl hayat tarzlarını
karıştırmak, gerek fertler gerekse cemaatler olarak yapılan İslamî çalışmalarda
büyük sıkıntılar doğurmakta, lüzumsuz ve gereksiz münakaşalara, çatışmalara
sebep olmaktadır.
Bugün bir kısım Müslümanlar: “Farzlar
var, yapmamız gereken çok mühim işler var. İmanı kurtarma zamanıdır.
Nafilelerle uğraşacak vaktimiz yok.” gibi ifadelerle İslam’ın yaşantımızda
tezahür etmesi gereken bütünlüğüne zarar vermiş oluyorlar.
Bir kısım Müslümanlar arasında
da küçük cihad, büyük cihad tartışması yapılmakta, bütünde olan kemâlât ve
fazilet bütünden alınarak parçalara verilmek istenmektedir. Bir
kısım Müslümanlar kemâlât ve faziletin nefisle cihad etmekte olduğunu ifade
ederken diğer bir kısmı da “Düşmanla cihad zamanıdır. Fazilet ve kemâlât
düşmanla cihad etmektir.” demektedirler. Elbette nefs ile de cihad edilecek,
düşmanla da cihad edilecektir. Her iki cihad da İslam’ın emridir. Her iki
cihadı yapmak da Müslüman için farzdır. Her iki cihad da faziletlidir.
Müslüman, İslam’ı bir bütün olarak
gündeminde tutacak, gücünün yettiklerini yapacak, güç yetiremediklerini
gündeminden çıkarmayacak, onu uygulama ve hayata geçirmenin çarelerini arayacak
ve imkân bulduğu zaman yerine getirecektir. Bu kadar açık ve net olan, Kur’an
ve Sünnet’te arı duru ifadesini bulan ve Rasulullah aleyhisselam’ın hayatında
bütün berraklığı ile tezahür eden böyle bir meselede münakaşa ve cedel etmek,
Müslümanlar arasında ihtilaflara sebep olmak anlaşılır bir tavır değildir.
Ashabdan Beşir radiyallahu anh,
Rasulullah’a biatını şöyle anlatır:
“Allah’ın
Resulü’ne aleyhisselam biat etmek için geldim. ‘Hangi konularda sana biat
edeyim.’ dedim. Allah’ın Resulü aleyhisselam elini uzattı, şöyle buyurdu: ‘Allah’tan
başka hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve Resulü olduğuna
şahitlik edeceksin. Beş vakit namaz kılacak, oruç tutacak, zekât verecek, hacca
gidecek, cihad edeceksin.’
Ben
‘Ey Allah’ın Resulü, bunlardan ikisini yapamam. Biri zekât, on deveden başka
bir şeyim yok, nasıl zekât verebilirim? Diğeri de cihad. Ben korkak bir
kişiyim. Savaş çıkarsa savaştan kaçacağımdan ve bu yüzden Allah’ın gazabına
uğrayacağımdan korkarım.’ dedim. Bunun üzerine Rasulullah aleyhisselam elimi
tuttu ve beni sarstı, sonra şöyle buyurdu: ‘Sadaka verilmeyecekse, cihada gidilmeyecekse
cennete ne ile ve nasıl girilir?’
Ben de ‘Ya Rasulullah, uzat elini sana biat edeyim.’ dedim. Elini uzattı ve
ben O’nun aleyhisselam dediği bütün hususlara uyacağıma dair kendisine biat
ettim, söz verdim.”
İslam dini, İtikad (İnanç sistemi), İbadet
(Kulluk görevleri), Muamelât (Hukuk sistemi), Ukûbat (Cezalar) ve Ahlâk
esaslarıyla bir bütündür. Bunlardan bir tanesi bile dinin içerisinden çıkarıldığında
Allah’ın koyduğu ve razı olduğu sınırlara müdahale edilmiş demektir.
İslam’ın hükümlerinin birbirinden ayrılmaz
ve parçalanmaz bir bütün olduğunu ve bunlardan bir tanesinin bile inkâr
edilmesi halinde tümünün inkârının kabul edildiği ve böylece bunu yapan kimsenin
İslam dininden uzaklaştığını mü’min olan herkes bilir. Kur’an’ın bütün
hükümlerine gönülden inanıp, tam olarak bağlanmak ve onları yaşamın ilgili
alanında uygulamak da aynı şekilde bir zorunluluktur. İslam, zaman ve mekânın
dar sınırları içine de sıkıştırılamaz. O, yalnızca belirli bir zamanda ve mekânda
uygulanmak, diğer zaman veya coğrafyalarda uygulanmamak gibi bir noksanlık içinde
de değildir. İslam, bütün zamanların ve bütün mekânların sistemidir. İslam’ın
hükümleri öyle düzenlenmiştir ki, zamanın ilerlemesi, mekânların değişmesi onu
etkilemez ve yeniliğini yıpratmaz. Genel kurallarının, ana esaslarının
değişmesi asla söz konusu değildir. İslam’ın kaynağı, her zaman Hayy (diri) ve
Kayyum (sürekli uyanık) olan ve evrenin bütün ömrünü ve sonunu bilen Allah azze
ve celle’nin kendisidir.
“Yoksa siz o kitabın
(Kur’an’ın) bir kısmına inanıyor da, bir kısmını da inkâr mı ediyorsunuz? Şu
halde içinizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında rezillikten başka bir
şey değildir. Kıyamet gününde de onlar azabın en çetinine itileceklerdir.” (Bakara, 85)