İMANIN İLK RÜKNÜ

İMANIN İLK RÜKNÜ

Kelime-i tevhid önce redle başlar. Bâtılı reddetme temeli üzerine kurulur. İslam, insanların değer ölçülerinin vahiyden alınması gerektiğini, Ahkam-ı İlahînin hakim kılınması esasını getirmiştir. Tevhid inancına bağlı bir mü’min olmanın olmazsa olmaz şartı, küfrü ve küfrün hakimiyetini reddetmedir. Ahkam-ı İlahîyi hayatın dışına itmek, daha da ilerisi  bu hükümleri beğenmemek, çağdışı görmek, imana taban tabana zıttır. Kur’an, ehl-i kitabın haham ve rahiplerini rab edinmelerini, bunların Allah’ın hükmüne rağmen din adına koydukları indî, tahrif edici hükümler vazetmelerine bağlar.

“Şeytan seni Allah ile aldatmasın” (Fatır, 5)  ayeti, günaha ve sefalete pervasızca dalanlara bir uyarıdır. Şeytan ve avaneleri, bâtıla dalanları hep Aff-ı İlahî ile kandırır. İsyanı teşvik ederken, zamanın gereklerine uymanın mü’minliğe bir zararının olmayacağını telkin eder. Tağuta esir olmanın günümüzdeki en büyük alameti, İslam dışı kültür ve sistemlere teslim olmaktır. Bu sebeple bâtılı, bâtıl değerleri reddetmek imanın bu ilk şartının gereğidir. İmanın selameti buna bağlıdır. Fıtraten cennetlik olan insanı, bâtılın daileri, cennetten uzaklaştırmak için var güçleriyle mücadele ederken, Allah’ın hükümlerinin önemsenmemesi, hevaya göre tevil edilmesi için tüm silahlarını kullanıyorlar.

Zahiren galip görünen bâtıl sistemler, bunların medyadan ve sermayeden destekçileri, komplekse ve vehne kapılmış Müslümanları, kendi değerlerine, aslî şahsiyetlerine karşı kuşkuya düşürmenin, güvensizliğe düşürmenin peşindeler. Ama artık tılsım bozulmuştur. Bâtılın köpük gibi sırıtan kofluğu ve karanlığı aşikar olmuştur. Biricik gayeleri dünya ve nefsanî bir hayat olan bâtıl ehlinin, topyekün ruhî ve manevî değerlerden mahrum olduklarından, insanlığa insanlık namına sunacak bir şeylerinin olmadığı hakikatı artık yüksek sesle dile getirilmeye başlanmıştır. Maddenin esiri olanlar ruhî ve fikrî özgürlüğe nasıl kavuşabilirler? Ulvî değerler, yüce duygular gündemlerine nasıl girer?

Öte yandan, hiç sevmediği rolün zoraki aktörlüğünü yapan nifak ehli, Allah’ın hükümlerine tabi olmayı hiç istemezler. Onlar, iç âlemlerindeki inkâr, şüphe, vesvese ve kirli duyguların karanlığı içindedirler.

İçinde yaşadığımız dünya, İslamî kurallar üzerinde ayakta durmuyor. Zalimlerin, sömürücülerin ve aldatıcıların tahakkümü ve zorbalığı ile cahillerin ifsad ettiği dünyamızda buna dur diyecek güçte etkin bir İslamî toplum da henüz mevcut değil. Böyle bir ortamda dahi nifak faaliyetleri ortalıkta cirit atıyorsa gerçekten düşünmek gerekir. İnsanları aldatan politikacılar, müşterisini çeşitli dalavere, hile ve yalanlarla aldatan tacirler, insanlar arasında fitne ve fesadı, ahlaksızlığı pervasızca yaymaya çalışan, Müslüman toplumun değerlerine zıt hayat tarzlarını empoze eden basın ve yayın kuruluşları, Hakkın hakimiyetine asla razı olmayacaklarını deklare eden, uzantıları muhtelif bir takım sivil toplum kuruluşları ve lobiler varken nifak ehlini uzayda aramaya gerek yoktur herhalde. Hatta Müslüman gruplar arasında fitneyi körüklemek için,  güçlerini düşmanlıkla yok etmek için gruplara sızanlar da işin cabası.

Müslüman’a düşen, firasetiyle bu tür nifak faaliyetlerini teşhis etmek, nifak ehliyle velayet bağı kurmamak ve onların hakimiyetine sebep olacak imkanlar sunmamaktır. Onların toplum içinde şahsî itibar sahibi olmalarına zemin hazırlayacak ilgi ve teveccühden kaçınmak şarttır. İzzet, şeref ve itibar sadece Allah’a, Rasülü’ne ve mü’minlere ait olduğu halde; münafıkların kof ve yaldızlı varlıkları önünde küçülüp onları efendi, sayın denilecek saygın mevkie getirenler, onları sevenler, beraber olanlar o zümreye dahil olanlardır. Kişi sevdiği ile beraberdir.

İmanın Tersi

Bir emr-i İlahiyî terkedip günaha düşmek, gaflete düşüp hata yapmak, yasakları çiğnemek başka, İlahî hükmü beğenmeyip buna aykırı olanı hayat tarzı haline getirmek, benimsemek, kural haline getirmek,  başkadır. İlkinin affı  için bir çok fırsatlar vardır. Pişman olunur, tevbe edilir vs. Ama ikincisinde ise iman akamete uğrar. Zira iman ile  küfür birbirinin zıddıdır. Sadece zıddı değil aynı zamanda tersidirler. Günah işlemek ayrı, Allah’ın emirlerini önemsememek, hayat tarzı olarak benimsememek farklı şeylerdir.

Allah-u Telala, başlangıçta herkese, öğüt alacak imkanlar vermiş, mühlet vermiş, anlayacak bir kalp, görecek göz vermiştir. Ancak tüm bu devreleri tamamlayıp, daha gerçeği görmeyenler için küfrün bir huy, ikinci bir yaratılış ve mizaç haline geldiği durumda artık kalp, akıl ve sağlam duyular dümura uğramıştır. Haramı helal, ya da helalı haram saymanın küfür olması bununla ilintilidir.

Nifakta, korkunç bir hastalık vardır ki, inançszılık ve şüphe kalbi kaplamıştır. Artık Allah’ın hükümlerinden şüphelenmek tabiat halini almıştır. Dinin, Peygamberin, Peygamber varislerinin kendini aldattığını vehmetmeye başlar. Ama dünyevî şehvet ve hırslardan ise şüphe etmez. İmansızken kendini imanlı zanneder. Aldatma ve entrikaları başarı sayar. Küfür ehliyle küfre dalmaktan çekinmezler. Allah’ın hükümlerine bağlanan, İslam ahlakını hayat tarzı olarak benimseyen insanları, dar kafalı, mahdut fikirli adamlar olarak görürler de: “Biz o beyinsizlerin, budalaların imanı gibi iman etmeyiz.” (Bakara,13) diyerek kendilerini üstün ve aydın, çağdaş, akıllı, imtiyazlı bir sınıfta görürler. Tüm bunlara rağmen İslam, bunlara dünya ahkamında Müslüman muamelesi uygular. Hem İslam’ın hoşgörüsü hem de bunların nesillerinden sağlam Müslüman şahsiyetlerin çıkma ihtimali bunu gerektirmiştir. Ayrıca, kalben iman etmedikleri İslamî hükümlerin, yürürlükte olarak, hayata hakim olarak icrası, onları mecburen büyük bir gönül ızdırabına itecek, bunun sıkıntısıyla, maskaralıklarının cezasını daha dünyada tatmaya başlayacaklardır. (Elmalı Tefsiri, Bakara, 6-16)

Bâtıl ehli, her türlü emellerine kul gibi hizmet edecek, adaletten aciz bir ilah istiyorlar.  Oysa Allah-u Teâla, kanun ve emirlerinin tatbikini ister, O’na bununla yaklaşılır, toplumun kutuluşu buna bağlıdır.

Tabidir ki, nefisler hem takva hem de fücur özelikleriyle inşa edildiği için, onun takva yönünü güçlendirip arındıranlar kurtuluş yoluna girerken, onun fücur çizgisini benimseyenler aldanırlar. Bu sebeple küfür ve nifak potansiyellerini taşıyan nefisleri tezkiye etme, onun bu tehlikeli potansiyellerini her zaman dikkate alma önemli bir vazifedir. Bu sebeple cennetle müjdelenen Halife Ömer, dizlerinin bağı çözülürcesine, nifak ehlinden olma korkusuyla Hz.Huzeyfe’ye “o listede var mıyım?” diye soruyordu.

 

Dine Ayar Çekme

Rab Teala’nın hükümlerinin bir kısmına iman edip bir kısmını reddetmenin mazereti olmaz. “Dinimiz en son, en güzel din” deyip, ardından ama şu hükümler çağımıza uymuyor, şartlar değişti, modern sanayi toplumunda bunlar olmaz demek, dünyada rüsvaylığın ve zilletin kapısını açıyor. Bakara Suresi, 85. Ayette Yahudilerin, Kitabın bir kısım hükümlerini sosyal hayattan dışlamalarının cezasını anlatılıyor. Bu ayette onların bazı yasakları çiğnemelerinin küfürle ifade edilmesi, onların çiğnedikleri bu işlerin bir hayat tarzı haline gelmesi, ferdî işlenen suçlar değil, toplumsal işlenen, siyaset haline gelmiş, aldırış edilmeyen suçlar  haline gelmiş olmasındandır. (Şifa Tefsiri, Bakara, 85)

Namaz, oruç gibi ibadetler ifa edilirken, ahlak, hukuk, cihad ve ekonomiyle ilgili hükümleri hayatın dışına itmek, zalimlerin Müslüman diyarlarına yaptıkları tecavüz ve  tahakkümlerine sessiz kalmak ancak zillleti davet ediyor. Ahirette de acıklı bir azabı. (Zuhayli, Tefsir-i Münir, Bakara,85)

Hz. Ömer Bakara, 85. Ayetle ilgili diyor ki: “Benî İsrail geçmiştir, Ey Ümmet-i Muhammed bu ayetle siz kastediliyorsunuz. Aynı durumlara karşı uyarılıyorsunuz. Şer’in ahkamını kavlen ve ikraren kabul ediyor da fiilen ve amelen red mi ediyorsunuz? Bunu yaparsanız dünya hayatında zillet sizi de bulur.” (Alusi, Ruhu’l-Meani, Bakara, 85)

 

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.