İMBİK- Emircan’a Ne Oldu? Evet…

İMBİK- Emircan’a Ne Oldu? Evet…

Emircan, İmam-Hatip Lisesi son sınıfta okuyan, boyu posu yerinde, sesi tok ve hafif titrek olduğu için farklı, jest, mimik ve konuşma biçimindeki ses tonu ile tiyatral yetenekleri hakkında hemen ipucu verebilen bir gençtir. Okulun “genç tiyatrocular” ekibine daha 9. sınıfta girebilmiş nadir öğrencilerdendir. Bu nasıl oldu?

Okula ilk geldiği yıl Kur’an-ı Kerim dersinde ihlas suresini ezberden okurken, onu dinleyen hocasının zihninde aniden birkaç kıvrım birden açılır. Hocası sesin tokluğu ve hafif titrek oluşunu hafızasının bir yerlerine not ederken, içinden “tam benim aradığım öğrenci” diye mırıldanmaktan kendini alamaz. Emircan başta mırın kırın etse de hocasının tiyatro ekibine girme teklifine karşı duramadı. Akabinde iki oyunda rol aldı. Yoğun teşvik ve takiple bir komedi oyununda “Tarkan” ve Onlar Böyleydi” tiyatro klasiğinde üstlendiği İran hükümdarı “Hürmüz” rollerinin üstesinden gelebilmişti.

Emircan, birkaç defa halkın karşısına çıkmasına, sahne tozu yutmasına rağmen hala tereddütlü hareketleri nedeni ile karşıdakinde şüphe uyandırıyordu. “Sakarya Şiiri”ni okulun salonunda öğrencilere okurken salonu etkilemişti. Sesi tiz esnasında heyecanını belli edecek şekilde iyice kısılmasına rağmen, şiirini okuduktan sonra edebiyat öğretmenleri ile yapılan değerlendirmede hocaların hepsi de Emircan’ı çok beğendiklerini söylediler.

Hatta harflerin net çıkması, kelimeler arası geçişlerin birebirine karıştırılmadan net bir şekilde lafızlara dökülmesi karşısında hayranlıklarını ifade edenler oldu. Gelecekte Emircan’ın haber sunuculuğu yapabileceğini ya da iyi bir hatip olabileceğini söyleyenler çıktı aralarından.

Lise birinci sınıftan itibaren kendisi ile ilgilenen yönetmen hocası, Emircan’ın bu şüpheli halinin nedenleri konusunda kendi zihninde çözümler aramaya gayret ediyordu. Bu durumu Emircan’a da iletmişti. Ama aldığı cevapların hiç birisi tatmin edici olmamıştı.

Vakit geldi çattı. Her türlü tereddüde rağmen Emircan “Angür” adlı oyunda Nasreddin Hoca rolüne çalışmıştı. Oyun, il çapında birinci gelmiş; bölge yarışmasında ili temsil edecek olsa da yönetmen Hoca, Emircan’ın bu rolü çok iyi yapacağına inanmak istediğinden tercihini ondan yana kullanmıştı. Yedek bir oyuncu olarak Ramazan’ı da denedi. Lakin yetenek bakımından Emircan oldukça fazla puan getirecek özelliklere sahipti.

Emircan, yönetmenin tavsiyesine uyarak Nasreddin Hoca’nın hikayelerini ve mizahını derinlemesine incelemeye başladı. Ancak, başarısız olma korkusunu bir türlü atamıyordu. Bunu da kimseye söylememişti. Bir ay süren provalar süresince rolünü yansıtırken medcezir yaşaması yönetmenin kararına bir etki yapmadı.

Bu süreçte yönetmen, Emircan hakkındaki inancını bazen kaybetmek üzere olsa da müspet düşünmek zorunda olduğunu biliyordu. Ancak, kimi zaman kör bir kuyuya taş attığı aklına geldikçe tedirgin olmuyor değildi. Sonuçta çaresiz olduğunu düşünüp, düşüncesini başka konulara odaklayarak kurtulmaya gayret ediyordu. Çünkü Emircan’ı teşvik eden, onu birçok etkinliğe katılmaya yönlendiren ve gelişimine tanık olan kişi kendisiydi.

Yarışmaya saatler kala otelde yemek esnasında hocası, karşısında oturmakta olan Emircan’a baktı. Emircan’ın elindeki çatal, ağzı ile göbeği arasında sağ tarafta havada asılı kalmış, Emircan’ın gözleri ufukta asılı idi. Sanki ummana yolculuk yapar gibiydi. Müdahale etmedi. Ne düşünüyordu Emircan?

Emircan’ın Nasreddin Hoca rolünü oynayacağı “Angür” adlı oyun, aslında bir bölge yarışmasıydı. On üç ekip yarışmaya katılıyordu ve bunların üçü hariç hepsi üniversite öğrencilerinden oluşuyordu. Bu durum, Emircan’ın kalbinin sıkışmasına sebep oluyordu. Yarışmaya saatler kalmıştı. Bu duygularla kendisini gözden geçiriyordu. Bunca tecrübesine rağmen ne yapacağını düşünmekten kendini alamıyordu. Hoca’ya oyundan çekildiğini söylese, hocasının bütün güveni yok olacaktı. Buna karşılık oyundaki rolünü oynarken unutsa ya da şaşırsa ve bu nedenle ekip derece yapamasa kendini suçlu hissedecekti.

Emircan sahne arkasında kendilerinden önceki son ekibin gösterisini dinlerken derin nefesler alarak kendini sakinleştirmeye çalışıyordu. Kafasında dönüp duran tüm olumsuz düşüncelere rağmen sahneye çıkmak zorunda olduğunu kendine söyleyip duruyordu. Dua ediyordu, rahatlığını bitirecek hiçbir şey olmasın diye yalvarıyordu Allah’a. Yaparım diyordu içinden.

Çok geçmeden başka bir ses “nah yaparsın” diyordu. Burası okul salonu değil. Yapamazsın. Jüri var. Seyirci sıradan değil. Nah yaparsın diye bağırıyordu içindeki… Yapamazsın, yapamazsın… Kurtuluyordu bu düşüncelerden çok geçmeden. Sakinleşiyordu. Fakat tekrar aynı düşüncelerin zihnine hücum etmesine mâni olamıyordu. Yine teselli sokağına dalıyordu: Rolün çok kolay. Nasrettin Hoca’nın mizahi ve bilge karakterine bürünmek için elinden geleni yaptın. Daha ne olacak!

Anons yapıldı. Perde açıldı. Angür ekibi sahneye çıktı. Emircan arkadaşlarını perde arasından seyrederken iyice sakinleşti. Neredeyse kendinin rol yapacağını unutacak bir halet-i ruhiyeye büründü. Rahatlamıştı. Elhamdülillah dedi. Rolü, oyunun son bölümünde idi. Hatırladı.

Bir yolculuk esnasında altın bulmuş, bu altın ile ne alacaklarını tartışan, lakin aynı şeyi istedikleri halde bunu dil sorunu yüzünden birbirine anlatamayan Rum, Türk, Arap, Kürt ve ahraz birbirine girip dövüşmeye başladığında, sahneye dalıp onların derdini dinleyip aslında hepsinin istediğinin “angür” olduğunu, angürün Rumcada üzüm, Arapçada inep, Türkçede üzüm olduğunu anlattıktan sonra, oyunun kardeşlik mesajını verip noktayı koyacaktı. Ele ele tutuşup söylenecek kardeşlik şarkısından sonra da perde kapanacaktı. Bu kadardı yapacağı.

Her şey yolunda. Emircan diyaframdan derin derin bir nefes aldıktan sonra sahneye girdi. Kıyafeti ve kalafatlı yapısı ile seyirciden hemen alkış aldı. Nasreddin Hoca rolünü oynamaya başladı. Döğüş anındaki kişileri ayırdı. Rum’un elinden Arap’ın böğrüne saplamaya çalıştığı bıçağı aldı. Ne yapıyorsunuz siz dedi. Sonrasında, seyirciye döndü. Metinden öğrendiği cümleleri tekrar etmeye tam yeltendiğinde, bir şey söyleyemedi.

Aman Allah’ım, dili tutulmuştu. Kalbi duracak gibi oldu. Jüri tarafına baktı kaldı. Gözlerinin feri gidiyordu. Rol arkadaşı Mustafa, neden böyle durduğunu anlamadı. Rolünü hatırlatan bir cümle kurdu. Ancak Emircan’dan ses gelmedi. Çok geçmeden Emircan yere yığıldı. Seyirci, rol gereği bir düşme zannedip merakla izlemeye devam etti.

Arkadaşları hemen başına üşüştüler. Yönetmen seyirciye döndü ve “Ambulans, ambulans!” diye bağırdı. Ambulans geldiğinde, Emircan bilincini kaybetmişti. Onu hızla hastaneye götürdüler. Hemen tedaviye geçildi. Yönetmen ve Emircan’ın arkadaşları büyük bir endişe içinde beklemeye başladılar. Serum takıldı. Bir saat sonra Emircan kendine geldi. Dinlenmesi ve psikolojik destek alması gerektiğini söyleyen doktor yanından ayrıldı.

Bir gün sonra, telefonda Hoca “Emircan dün sana sahnede ne oldu?” diye sordu.

Emircan: “Babam Hocam, beni seyretmeye gelmiş. Tam karşıma oturmuş. Onu görünce bana hiçbir zaman inanmadığı, hep beni tahkir ettiği aklıma geliverdi.”

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.