Tarladan Dergiye

Sait Faik’in bir hikâyesi var: Karanfiller ve Domates Suyu. İnanç zafiyetine, alkolikliğine, sorumsuz hayatına, boş vermişliğine rağmen Sait Faik’e Cumhuriyet’in klişeleşmiş aydın yazar ve sanatçılarının dışında bir yapıya sahip olması sebebiyle ilgi duyarım.
İstanbul’u, denizi, balıkçıları, Adalar’ı, buralarda yaşayan amaçsız, boş, devletçe horlanan, gerek görüntü bozukluğuna sahip, gerek fakir, düşkün insanları konu ettiği ve herkesin onlarda göremediği bir şeyleri görmesi, anlatması ve onları yüceltmesi sebebiyle severim onu.
Sol kesimin sahiplenmesinden, belirttiğim insanları basit ideolojik amaçlara alet etmeden, hikâyelerinde yaşattığı için farklıdır o. Okuyalım hikâyeden giriş bölümünü.
(…) İşte böyle bir yerde köyün insanlarını düşünüyorum. Kitaplar, bir zaman bana, insanları sevmek lazım geldiğini, insanları sevince tabiatın, tabiatı sevince dünyanın sevileceğini, oradan yaşama sevinci duyulacağını öğretmiştiler. (…) Hayır, şimdi insanları, kitapların öğrettiği şekilde sevmiyorum. Beyinin vapurdan iner inmez çantasını kapan uşaktan iğrenmemeyi, sabahleyin altı buçukta tabiatla kavga için sokağa fırlamayan adamın çalışmadığını kendi kendime öğrendim. Ama şu sabahleyin altı buçukta tabiatla kavga için sokağa fırlamayan adam, isterse akşama kadar insanları aldatmak için didinsin. Kaç para eder! Gözümde, milyonu olsa da, kalp para ile metelik etmez…”
“Karanfiller ve Domates Suyu” hikâyesinde Kör Mustafa’yı işler. “Köyde ona, “Kör Mustafa” derlerdi. Bir gözü sola doğru biraz kaymıştı. Sağ tarafının beyazı ile gözkapağı arasına ciğer kırmızısı bir et parçası oturmuştu.” Bu cümlelerle tanıtılan Kör Mustafa eliyle tırnağı ile kazarak, yırtarak bir harap taşlık yeri tarla eder. İnatçı toprakla bu azimli mücadelesi bir sene sürer.
“Karnın yardım kazmayınan belinen
Yüzün yırttım tırnağınan elinen
Yine beni karşıladı gülünen
Benim sadık yârim kara topraktır…”
Diyen bozkır insanının aşığı Âşık Veysel’in ifadesi tam oturur Kör Mustafa’nın çabasına ve sonuna.
(…) “Bir sabah Mustafa arkasına yeşiller giymiş güçlü kuvvetli bir kadın takmış, üç evleğine çizgiler, ocaklar açıyordu. Arslan Mustafa, dedim, su buldun mu, su? Deniz kıyısında eski bir kuyu vardı. Tuzlu bir parça, ama idare edeceğiz. Şuraya bir sarnıç kazabilsem…
(…) Onu gördü mü toparlanıyor; hayret, sevgi ve saygı ile bakıyorum… Yine dünya yuvarlağı üzerinde böyle milyonlarca insanın tırnakları, nasırları, çirkinlikleri, tek gözleri, tek kollarıyla, bir ejderha ile kavga etmek için bekleştiklerini düşünüyorum. (…)
Küçük hanımlar! Bugünlerde bir gün nişanlınız size koyu al renkli karanfiller gönderecektir. Dikkat edin, belki Mustafa’nınkilerdir. Küçük beyler, domatesler göreceksiniz çarşıda. Elmalar, ferik elmaları gibi kokulu, şekerli, tatlıdır. Keserseniz içinde çekirdekleri altın gibi parlar. …Belki de domates suyu içersiniz ve tadını fevkalade bulursunuz. …Emin olun ki Mustafa’nın domateslerinden bir tanesi, içtiğiniz suya katılmıştır.”
Sözü dergimize getirmek istiyorum. Şu dergi elinize bir yoldan ulaşıyor. Eğer daha büyük bir meşguliyetiniz yoksa (TV seyretmek, ceple iştigal, feys, uyumak, dedikodu yapmak… gibi) ilk sayfadan itibaren biraz hızlı karıştırıyor, başlıklarını okuyor bazen de spot ve fotoğraflar dikkatinizi çekiyor onlara yöneliyorsunuz. Belki de sevdiğiniz, ilgi duyduğunuz köşelerine öncelik verip derginin içine gömülüyorsunuz. Ya da sonra okurum deyip yanı başınızdaki sehpaya koyuyorsunuz.
Evet, sizin için bu kadar basit ve kolay olan hareketler bir önem ifade etmeyebilir. Ama yukarıdaki hikâyenin sonunda vurgulandığı gibi bu derginin elinize hangi mecralardan geçerek geldiğini düşünün bir kere. 15 Nisan 1992’den beri üç beş kişinin mesai tanımaz gayretiyle baskıya çıkan bu derginin uğraşanları “Oh be, şükür bitti.” diyemeden diğer sayının hazırlıklarına başlamak zorundadır.
Sofranıza gelen yiyeceklerin o sofraya hangi mecralardan geçerek geldiğini düşündüğünüz gibi şu derginin de elinize nasıl, hangi mecralardan geçerek ulaştığının hikâyesini hatırlayınız, düşününüz. Ona göre okuyunuz, değerlendiriniz. Ama her zaman Yüksel abiler var. “Yazmak” başlıklı yazınızda şu kadar ‘yazmak’ kelimesi kullanmışsınız diyen. Teşekkürler Yüksel abi. Teşekkürler İlkadım’ın okuyucuları.
EL-AKSÂ
Mescidin üç büyüğünden güzel Aksâ mı esir?
Hangi iksir sızı dindirmek için keşfedilir?
Müslümanlar siyonistin silahından pusuyor
Ah, fakat Rabbimizin mescidi kanlar kusuyor!
Hoş; nasipsiz diyecektir: “Şu Kudüs’ten bana ne!”
Bakma sen lâf-ı güzâf* işleyenin sînesine.
Sûriye’m var, Mısır’ım var, bilebilsem nere var,
İstiyorlar kör edilmiş olalım bir canavar.
Toz duman kaldırıyor israilin pis pabucu
Tüm halatlar düğüm olmuş ne ararsın ipucu.
Dünya kör kalmadadır öldürülen Müslümana
Tüm cihan hürmet eder israilin hayvanına.
Ey cemiyyet bölünün, şuncu olan buncu olan…
Oysa hep emredilen “va‘tesimû” vel “cemian”**
Bin bir evden müteşekkil eve sâhip bedevî***
Kurtarır, bekliyoruz biz, bir inanmış bin evi.
Pisliğin her çeşidinden kusuyorken sokağım
Yetmiş Aksâ yıkımından uyanırsak salağım!
Bekle ey kutlu Kudüs Rabbini hep birleyerek
Bir nesil var buna herkes Selahaddin diyecek!
fâ i lâ tün / fe i lâ tün / fe i lâ tün / fe i lün
Nesbel
*Lâf-ı güzâf: boş lakırdı.
**Bkz. Kur’an-ı Kerîm, Âl-i İmran – 103
***Bkz. Müslim / Cibril hadisi