KAPAK- İhlas

KAPAK- İhlas

 

İhlâs kelimesi lügatte “bir şeyi, içine karışmış ve değerini düşürmüş olan başka şeylerden temizleyip arındırmak, kurtarmak ve saflaştırmak” anlamına gelir.

Istılâhta ise “İbâdetleri ve yapılan amelleri gösteriş ve çıkar kaygılarından arındırıp sadece Allah için yapmak” demektir. Bu da niyetin ve amelin saf olmasıyla, niyeti ve ameli bâtıl kılacak veya kemâline zarar verecek şeylerden korumakla gerçekleşir.

Ebû İsmâîl el-Heravî şöyle demiştir: “İhlâs, amelin her türlü karışıklıktan arındırılmasıdır.” İbn Kayyim bu sözü şöyle açıklamıştır: “Yani ihlaslı kişi amele, nefsin isteklerinden olan pislikleri karıştırmaz. Bunlar, halkın kalbine girme isteği, onların övgüsünü istemek, kınamalarından kaçmak veya onların kendini yüceltmelerini arzulamak veya mallarını arzulamak, hizmet ve muhabbetlerini istemek, isteklerini karşılamaları veya bundan başka diğer bozukluklar ve pislikler olabilir. Bunların hepsinin ortak noktası, amelle, her kim olursa olsun, Allah’tan başkasını arzulamaktır.”

İhlâs; şirk ve riyâdan, bâtıl inançlardan, kötü duygulardan, çıkar hesâblarından ve genel mânâda gösteriş arzusundan kalbi temizlemeyi, her türlü hayırlı faâliyete iyi niyetle yönelmeyi ve her durumda yalnızca Allah’ın rızâsını gözetmeyi ifade eder. İhlâslı olan kimseye “muhlis” denir. İhlâsın zıddı riyâdır. Riyâ ise: “Sadece Allah rızâsı için yapılması gereken bir amele gösteriş katmak” demektir. Fudayl b. Iyâd rahîmehullâh şöyle demiştir: “Ameli, insânlardan dolayı terk etmek riyâdır. Onlardan dolayı amel etmekse şirktir. İhlâs ise bu ikisinden kurtulmaktır.”

İhlâs, tüm mükellefler üzerine farzdır. Yapılan bir amelin hükmü, samimi niyet ve ihlâsa, kötü niyet ve aldatmaya göre değişir.

Zeyd b. Erkam (r.a.), Hz. Peygamber’in (s.a.v.) namazının ardından şöyle dua ettiğini nakletmiştir: “…Allah’ım! Ey Rabbimiz ve her şeyin Rabbi! Beni ve ailemi dünya ve âhirette her an sana ihlâsla bağlı kıl. Ey yücelik ve ikram sahibi! …” (Ebû Dâvûd, Vitr, 25).

Niyet kelimesi lügatte “kastetmek” mânâsına gelir. Istılâhta ise “kalb ile bir şeyi kastetmek” demektir. İslâm âlimleri, niyeti, lügat mânâsını esas alarak târif etmişler, niyete dâir özel bir tanım ifâde etmemişlerdir. Nitekim Hattâbî rahîmehullâh şöyle demiştir: “Niyet, kalbinle bir şeyi kastetmen ve onu araştırman demektir. Kalbin karar vermesi anlamına geldiği de söylenmiştir. Beğavî ve Kârafî rahîmehumallâh da niyeti “kalb ile bir şeyi kastetmek” olarak tanımlamışlardır.

Nevevî rahîmehullâh ise: “Niyet: ‘Kasıt’ demektir. Bu da kalbin azmi yani kesin karar vermesidir” demiştir. Ancak kasıt ile azmetmenin arasında bazı farklar olduğu gerekçesiyle bu tanım, Kirmânî rahîmehullâh gibi ilim ehlinden bazılarınca eleştirilmiştir. Zîrâ azmetmek gelecekle ilgilidir. Kastetmek ise, hali hazırda olan bir işle alakalıdır. Buna dâir Cuveynî rahîmehullâh şöyle demiştir: “Eğer niyet gelecekte yapılmak istenen bir fiil ile alakalı olursa, buna ‘azmetmek’ denir. Şayet hâlihazırda yapılmakta olan bir fiile taalluk ederse, ona ‘tahkiki olarak kastetmek’ adı verilir.”

Niyet, ibâdetleri birbirinden ve âdet üzere yapılan işleri de ibâdetlerden ayırır. Niyetin en önemli özelliği, Allah rızası için bir işi yapmak maksadıyla kalpte oluşan, gelen azim ve kasıttır. Niyetin gerçeği, Allah’ın rızâsını elde etmek ve emrine uymak için irâdeyi yapılan işe yöneltmektir.

عَنْ عُمَرَ بْنِ الْخَطَّابِ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) :

“إِنَّمَا الأَعْمَالُ بِالنِّيَّةِ، وَإِنَّمَا لاِمْرِئٍ مَا نَوَى، فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ، فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ، وَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ لِدُنْيَا يُصِيبُهَا أَوِ امْرَأَةٍ يَتَزَوَّجُهَا، فَهِجْرَتُهُ إِلَى مَا هَاجَرَ إِلَيْهِ.”

Ömer b. Hattâb’ın (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Ameller niyete göredir. Herkes sadece niyetinin karşılığını alır. Kim Allah ve Resûlü için hicret ederse, hicreti Allah ve Resûlünedir. Kim de erişeceği bir dünyalık veya evleneceği bir kadından dolayı hicret ederse, onun hicreti de hicretine sebep olan şeyedir.” (Müslim, İmâre, 155; B1 Buhârî, Bedü’l vahy, 1)

Bu hadîsin söyleniş sebebi hakkında Abdullâh b. Mesûd radîyallâhu anh şöyle demiştir: “Her kim bir şey isteyerek hicret edecek olursa, onun için ancak o şey vardır. Bir adam Ümmü Kays diye anılan bir kadın ile evlenmek için hicret etti. O bakımdan o kimseye ‘Ummü Kays’ın muhaciri’ deniliyordu.” Bunu Taberânî rahîmehullâh el-A’meş’ten şöyle bir lafızla rivayet etmektedir: “Aramızda bir kadına tâlib olmuş bir adam vardı. Sözü geçen bu kadının adı Ümmü Kays idi. Hicret etmedikçe adamla evlenmek istemedi. Bunun üzerine adam da hicret etti ve o kadın ile evlendi. Biz de o kişiye ‘Ummü Kays’ın muhâciri’ diyorduk.”

“Onlara sadece şu emredilmişti: Bâtıl dinleri bırakarak yalnız Allah’a yönelip ona itaat etsinler, namazı kılsınlar, zekâtı versinler. İşte doğru din budur.” (Beyyine Sûresi, 98)

Yahudi ve Hıristiyanlara tıpkı İbrâhim -aleyhisselâm- gibi olmaları, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, O’na kayıtsız şartsız boyun eğmeleri, mütevâzi ve saygılı davranmaları emrolunmuştu. Kendilerinden sapık fikirleri bırakmaları, yalnızca Allah’a ibadet edip namaz kılmaları, zekât vermeleri istenmişti. Zaten Allah tarafından gönderilen bütün kitaplarda yazılan budur. Diğer bir ifadeyle söylemek gerekirse ilâhî dinlerde değişmeyen üç esas vardır: Allah’a imân etmek, namaz kılmak ve zekât vermek. Fakat onlar bu emirlere uymadılar. İşte bu sebeple Müslümanların ihlâs, samimiyet ve dürüst bir niyetle Allah’ın buyruklarını yerine getirmeye çalışmaları şarttır. Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine uymayan Yahudi ve Hıristiyanlara hiçbir şekilde benzememeleri gerekmektedir.

“Kurbanların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır. Allah’a sadece sizin ihlâs ve samimiyetiniz ulaşır.” (Hac Sûresi, 22)

Kurbanın akıtılan kandan ve dağıtılan etten ibaret olduğu zannedilir. İnsanlar için durum böyle olabilir. Allah Teâlâ kurbanın ne etine ne de kanına bakar. O’nun için önemli olan, hayvanın sırf Allah rızâsı için kesilmesidir. Kurban edilen hayvan Allah rızâsı için kesilmiyorsa, o kurbanın hiçbir değeri yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın değer verdiği, karşılığında mükâfat yazdığı şey insanın ihlâsı, iyi niyeti ve samimiyetidir.

Ebû Ümâme el-Bâhilî’nin (r.a.) naklettiğine göre Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah, ancak samimiyetle sadece kendisi için ve rızası gözetilerek yapılan ameli kabul eder.” (Nesâî, Cihâd, 24)

Allah Resûlü (s.a.v.): İhlâsla yapılan amel, az da olsa, sâhibinin kurtuluşuna kâfîdir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.v.): “Dîninde ihlâslı ol! Böyle yaparsan az amel bile sana kâfî gelir.” buyurmuştur. (Hâkim, IV, 341)

Abdullah İbni Ömer’in âlim ve zâhid oğlu Medine’nin yedi fakihinden biri olan Sâlim, halife Ömer İbni Abdülazîz’e yazdığı mektupta şöyle demişti: “Şunu iyi bil ki, Allah Teâlâ’nın kuluna yardımı, kulun niyeti kadardır. Kimin niyeti tam olursa, Allah’ın ona yardımı da tam olur. Niyeti ne kadar azalırsa, Allah’ın yardımı da o kadar azalır.”

Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: İhlâs, ilâhî nusreti celbeder. Peygamber (s.a.v.): “Allah bu ümmete, zayıfların duâsı, namazları ve ihlâsları sebebiyle yardım eder.” buyurmuştur. (Nesâî, Cihâd, 43)

“Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34)

Herkesin yaptığı işin karşılığını niyetine göre alması şu gerçeği vurguluyor: Yapılan bir ibadet ve herkesin takdirini kazanan bir hizmet görünüş bakımından kusursuz olabilir; ancak o ibadet ve güzel hizmetin samimi bir niyetle ve sadece Allah’ın rızasını kazanmak maksadıyla yapılması şarttır. İnsanların takdir ve teveccühünü kazanmak veya hem Allah rızasını hem de insanların takdirini kazanmak düşüncesiyle yapılan ibadet ve hizmetlerin Allah katında hiçbir kıymeti yoktur. Yapılan işleri Allah katında değerli kılan bizim ihlâs ve samimiyetimiz, yani o işleri sadece Allah rızası için yapmış olmamızdır.

Meselâ insanlar beni görsün ve takdir etsin diye namaz kılmak, zekât vermek şirk derecesinde büyük bir günahtır. Fakat gösterişi aklından geçirmeyen bir mü’minin, başkalarını o ibadeti yapmaya teşvik etmek niyetiyle herkesin göreceği bir yerde namaz kılıp zekât vermesi faziletli bir davranıştır. Böyle bir mü’min hem görevini yapmış hem de iyi niyetinden dolayı ayrıca sevap kazanmış olur.

İyi niyete dayanmayan, sadece gösteriş için yapılan ibadetlerin ve güzel davranışların Allah katında hiçbir değeri bulunmadığını Peygamber Efendimiz ibretli bir misâlle ortaya koymuştur. Bu hadîs-i şerîfe göre kıyamet gününde ilk defa bir şehid hakkında hüküm verilecek. Allah Teâlâ ona ne yaptığını sorduğunda:

“Senin uğrunda çarpıştım, şehid edildim” diyecek. Fakat Cenâb-ı Hak ona: “Yalan söyledin. Sana cesur adam desinler diye çarpıştın” buyuracak ve o adam yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılacak.

Daha sonra ilim öğrenip öğreten ve Kur’an okuyan bir kimse getirilecek. Ona da ne yaptığı sorulacak. “İlmi öğrendim ve öğrettim. Senin rızânı kazanmak için Kur’an okudum” diyecek. Allah Teâlâ ona: “Yalan söyledin. İlmi, sana âlim desinler diye öğrendin. Kur’an’ı ise, güzel okuyor desinler diye okudun. Nitekim öyle de denildi” buyuracak. O adam da yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılacak.

Hadîs-i şerîfin devamında zengin bir kimsenin huzura getirileceği, onun da malını Allah rızası için harcadığını söyleyeceği, ona, “cömert adam” desinler diye malını sarf ettiğinin söyleneceği ve diğerleri gibi onun da cehenneme atılacağı belirtilmektedir (Müslim, İmâre 152).

Mü’minlerin annesi Ümmü Abdullah Âişe radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Bir ordu Kâbe’ye saldırmak üzere yola çıkacak; bir çöle geldiklerinde baştan sona bütün ordu yere batacaktır.” Hz. Âişe der ki, bunun üzerine ben, Yâ Resûlallah, onların arasında ticaret için yola çıkanlar ve kötü niyetli olmayanlar varken niçin hepsi birden yere batacaktır, diye sordum.

Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-: “Hepsi birden yere batacak, âhirette yeniden diriltilip niyetlerine göre hesaba çekileceklerdir” buyurdu. (Buhârî, Büyû` 49; Hac 49, Müslim, Fiten 4-8. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 21; Nesâî, Menâsik 112; İbni Mâce, Fiten 30)

Kâbe’yi yıkmaya gelen ordunun batacağı yer belli değildir. Hatıra bir soru gelmektedir: Kâbe’ye bir kötülük düşünmeyen bazı suçsuz insanlar niçin yere batırılacaktır?

Bunun cevabı şudur: Öyle günâhlar vardır ki, onların cezası sadece yapanlara değil, o günâhın yapılmasına göz yuman kimselere de erişir. Şu hâlde her koyun kendi bacağından asılır, diye düşünmemeli, hadîs-i şerîfte haber verilen cinsten bir belâ ile karşılaşmamak için kötülüklere aslâ göz yummamalı, meydan kötülere bırakılmamalıdır. Şayet kötülere engel olunamıyorsa, onlardan süratle uzaklaşılmalıdır.

Hadisimizin hatırlattığı önemli konulardan biri, kötülerin yanında bulunmanın sakıncalarıdır. Bu sakıncaların en önemlisi, onların fenalıklarının tıpkı bir hastalık gibi etraftakilere bulaşmasıdır.

Ayrıca iyi kimseleri kötülerle birlikte görenler, kötülerin yaptığı fenalığın önemsiz olduğunu zannederler. Daha da beteri, fenaların başına gelecek ceza, hadiste belirtildiği gibi, onların yanında bulunanları da yakıp kavuracaktır. Şu âyet-i kerîme zâlimlerden uzak durma gereğine işaret etmektedir: “Aranızdan sadece zâlimlere erişmekle kalmayacak fitneden sakının!” (Enfâl sûresi (8), 25).

Temîm ed-Dârî (r.a.) anlatıyor: “Hz. Peygamber, ‘Din samimiyettir.’ buyurdu. Biz, ‘Kime karşı (samimiyet) deyince, ‘Allah’a, Kitabı’na, Resûlü’ne, Müslümanların idarecilerine ve bütün Müslümanlara.’ buyurdu.” (Müslim, Îmân, 95)

İslam, Müslümanın bir yüzünün Allah’a, diğer yüzünün ise Allah’a ortak edilenlere dönük bir şekilde ikiyüzlü olmasına razı olmaz. Hayatının biri Allah, diğeri tağutlar için olmak üzere ikiye ayrılmasına da razı olmaz. İslam, bugünkü Müslümanların hayatlarında gördüğümüz iğrenç ikilemi ve çirkin ikiyüzlülüğü reddeder. Günümüz Müslümanında gördüğümüz üzere, adam camide veya Ramazan ayında Müslümandır; sonra hayatında veya insanlarla muamelesinde ya da tavır ve hareketlerinde bambaşka birisidir. Şüphesiz Müslümanın hayatını dağınıklıktan kurtarıp hepsini Allah’a has kılmasını sağlar; onun namazı, ibadetleri, yaşamı ve ölümü alemlerin rabbi Allah içindir.

Enes b. Mâlik’ten (r.a.) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Kim hiçbir ortağı olmayan, tek olan Allah’a ihlâsla ibadet ederek, namazı dosdoğru kılarak, zekâtı vererek dünyadan ayrılırsa, Allah kendisinden razı olduğu hâlde ölmüş olur.” (İbn Mâce, Sünnet, 9)

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.