KAPAK-ALMAK MI ZOR, DEĞERLENDİRMEK Mİ?

Onu Allah -celle celâlühû- övmüş, Rasullullah -sallallahu aleyhi ve sellem- övmüş, Allah yolundan giden bütün büyükler övmüş. İnsanlar onu övmüş, takdir etmiş. Cennetin yolu açılmış ona takdirin ötesinde. Kim bu derseniz: Cömert insandır, cömert müslümandır.
Onu Rabb’imiz emretmiş ve tavsiye etmiştir. Habibi tavsiye etmiş ve yaşamış, nasıl olacağını ortaya koymuş. Ümmeti ve o ümmetin içindeki seçkin insanlar da Allah ve Habibi’nin tavsiye ve emirlerini yerine getirmeyi en büyük görev bilmişler, aşkla, şevkle yerine getirmişlerdir. Bu ise “SADAKA”dır.
“Şu Uhud Dağı altın olarak elime geçse, üçüncü geceyi, ondan bende bir dinar (para) bulunduğu halde geçirmek istemem.(…)Onu Allah Teâlâ’nın kullarına (önüne, sağına, soluna saçma işareti yaparak) bu şekilde dağıtmak isterim. Kıyamet günü sevabı en az olanlar şüphesiz malı çok olanlardır. (Dağıtma işareti yaparak) bu durumda olanlar istisna.”
Bu emri, bu tehdidi, bu tavsiyeyi duyan müslümanlar açmışlar ellerini. Dağıtmışlar, tasadduk (sadaka) etmişler, infakta (Allah yolunda harcama) bulunmuşlar.
Bu ve buna benzer hadisler ümmete, âlimler, salihler, önderler ve dini hassasiyeti olanlarca ulaştırılmış tarih boyunca. Ümmet de vermiştir. Cami, medrese, demişler vermiş. Yol, köprü demişler vermiş. Zamanın ihtiyacına göre öğrenci, yetim, dul, kimsesiz demişler vermiş. Felaket, afat demişler vermiş. Halen de vermeye devam ediyor.
İstemek zor, vermek de zor. Ancak istenmesi gereken yerler var. Kişiler var. İstenince verenler var. Sonuçta asırlarca gelişerek devam eden bir yardım silsilesi var. Bunun adı vakıf olmuş, dernek olmuş, müessese (kurum) olmuş ama yardım zinciri devam etmiş.
Ümmetin güzel insanları vakıflara, derneklere, kurumlara “gizli vermenin efdaliyeti” içinde kendisi ortada görünmeden vermiş, veriyor. Demiş ki: -Siz benden şu maksatla yardım talep ediyorsunuz. Siz müslümansınız ve bu yardımı Allah celle celâlühu için istiyorsunuz. Ben de size güvenerek, Allah -celle celâlühû- için bu yardımı veriyorum. Benden vebal gitti. Patates tarlasında patatesi, buğday hasadında buğdayı, ramazanda zekâtı, fitreyi, kurbanda kurbanını Allah -celle celâlühû- için istiyorsun ve benim güzel insanım veriyor. Sana itimat ederek, vebali üstünden sana atarak.
İşte bundan sonrası çok önemli… Ümmetin yardım duygularını harekete geçiriyorsunuz. Ona Rabb’imizin ve O’nun nebisinin vaatlerini hatırlatıyorsunuz. O da veriyor. “Çok olan maldan, az olan candan veriyor.” Ondan sonra verenin sorumluluğu bitiyor ve alanların ağır sorumluluğu başlıyor. Yardımları verme amaçlarına uygun olarak kullanma sorumluluğu başlıyor. Vakıf malını, vakfın vakfiyesi(kuruluş gayesi-varoluş sebebi)ne uygun kullanma mesuliyetidir bu.
Sadaka ve infakta belirgin beş taraf vardır. Yardım isteyen, verilmesine sebep olan, yardımı alan, yardımı kullanan ve VEREN. Bunları azaltmak ya da çoğaltmak mümkündür. Ama çok önemli nokta veren ile diğer kişiler(alanlar)in sözleşmeleri, anlaşmalarıdır. Veren kişi alanların yardımı kullanma açıklamalarına göre(okul, kurs, kuyu, su, ilaç, tıbbi yardım, İslamî hizmet, basın yayın, yetim, fakir, kimsesizlere yardım…)yardımını yapıyor ve diyor ki: “Bu yardımı bu amaçlar için kullanın.” İşte bu bir sözleşmedir ve çok önemlidir.
Müslümanın temel vasıfları sözünde durması, emanete hıyanet etmemesi, sözleşme(ahid)ye uymasıdır. Verenle alanın arasındaki sözleşmede alanın ahdine uyması müslüman özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bundandır ki yardım amaçlı kuruluşların yardım verenlere karşı hesap verme zorunluluğu vardır. Allah Teâlâ’ya hesap ise daha zordur.
Tarih müslümanların emanet ettiği malların, vakıfların, nakdî ve aynî yardımların nasıl kullanılması değerlendirilmesi gerektiğini gösteren güzel misallerle doludur. En sevdiği hurma bahçesini bağışlayan (ayeti duyunca) Ebu Talha, Allah Rasulu -sallallahu aleyhi ve sellem-e “Onu nasıl sarf edersen sarf et.” demiştir. Ancak Allah Rasulu -sallallahu aleyhi ve sellem- “Onu hısımlarına vakfet.” demek suretiyle “layıklık ve uygunluk” prensibini uygulamıştır. Tamam, aldım, kabul ettim dememiştir. Çünkü yardım layık olan yere yapılır ve sarf edilir, isteyenin kafasına göre değil.
Konu yardımın amaca uygun sarf edilmesidir. “Benim vakfım, benim derneğim, benim kursum, benim öğrencim…” anlayışının ötesinde müslümanca bir yaklaşımı hem alanın hem verenin yakalayabilmesi ve sözleşmeye uyulması esastır.
En üstün sadaka “VEREN ve VERİLEN”in durumuna göre değişiklik gösterir. Afganlar savaşırken oraya, Irak direnirken Irak’a, Afrika yanarken Afrika’ya, Çeçenistan eğilmezken oraya, Türkiye kıvranırken buraya verilen sadaka en faziletlidir. İhtiyaca göre almak, vermek ve sarf etmek.
Hesap iki yere verilmelidir. Bu dünyada verenlere, ahirette Rabb’imize. Soru şu: SANA GÜVENİLİP VERİLENLERİ NEREYE SARFETTİN? Aman yarabbi,el aman! Bu sorunun cevabı verilemezse el aman!…
Bu yardımı harcarken “ümmetin malı” hassasiyeti, içinde oldun mu? Kendi malını korur gibi korudun mu? İsraf ettin mi? Benden çıkmıyor diye umursamadın mı? Bu sorular yakan, yakıcı, sarsıcı, uyarıcı sorularıdır.
Hz. Ömer -radıyallâhu anh- sırtındaki elbisenin kumaşının hesabını soran sahâbîyi hiç ayıplamış mı? Siz ayıplayabilir misiniz? Aksine gururlanarak anlatmıyor muyuz olayı? Peki, şimdi, hesap soruyor mu yardım verenler? Hesap alıyor mu? Yardım alanlar(kişiler, kurumlar, vakıflar, kurslar…) hesap veriyor mu? Sorulunca veya sorulmayınca? Evet, yetkililer hesap veriyor musunuz? Yardım edenler, hesap soruyor musunuz? Sormuyoruz. Niçin? Güveniyoruz. Güzel ama Hz. Ömer’e -Allah ondan razı olsun- güvenmiyor muydu sahabeler? Sormayanların vebali de önemli.
Vakıf malı nedir? Nasıl kullanılır? Nerelerde sarf edilir? Vakfiye nedir? Vakıf yöneticisinin sorumluluğu nedir? Kurumların dini istişarelerinde bulunan âlimlerin sorumluluğu nedir? Bu soruların cevabı, bizi rahatlatıyorsa iyi yoldayız inşallah. Bazı resmi kuruluşları yardımlardan toplayanlara, yöneticilere pay(yüzde)veriyor diye suçlarken, suçlamayı yapan kişi veya kurumların kendileri de benzer yanlışların içinde olmasınlar inşallah. Kurumlarını gelir ve geçim kaynağı olarak görmesinler.
Başına birilerinin “İslami” kelimesini koyup holding kurup para toplamaları ve sonra çoğunun bu paraları çarçur etmeleri İslami kesimin ekonomisine, tasarruf anlayışına, faiz yaklaşımına nasıl darbe vurduğunun canlı şahitleriyiz. En önemlisi güven kaybıdır. Yazar Abdurrahman Dilipak’ın bir zamanlar köşesinde, bu işe teşvik eden âlimleri, hocaları, para toplayan yöneticileri, en önemlisi para verenleri uyarıp “hesap verin, hesap sorun” diyerek şeffaflığa davetini duymayanların “âhı vâhı” biter mi? Sonuç dostlar üzüldü, üzülüyor; düşmanlar sevindi hala seviniyor. Ahlar da vahlar da bitmiyor.
Şimdi malum ve mahut kesimin hedefinde “yardım ve yardım kuruluşları” var. Çünkü baştan beri açıkladığımız gibi tarih “yardımlaşmanın mükemmelliğini” gösteren, mutlu, huzurlu, toplum mimarı müslümanları anlata anlata bitiremiyor. Prof. Dr. Nevzat Tarhan: “Batı sadaka kültürünü küçümsüyordu, doğu değeri diye. Şimdi canlandırmaya çalışıyor. Çünkü batının buna ihtiyacı var .” diyor. Çünkü sosyal devlet yetişemiyor yoksula kimsesize… Dünyayı bırak kendi insanına yetişemiyor. Doğu bugün yardımla sadakayla ayakta duruyor, dikta devletlere, sömürüye rağmen. Yardımlaşmak şart. Müslümanların İslam dışı kaynaklara muhtaç olmaması, dilenmemesi, ayağa kalkabilmesi, dik durabilmesi için, izzetini kaybetmemesi için yardımlaşma şart. Ama bu yardımlaşma müslüman dürüstlüğü, açık yürekliliği, şeffaflığı, hesap verilebilirliği içerisinde olmalıdır. Yoksa bu kapıyı kapattırmanın vebalini kimse taşıyamaz. Kendi malımızdan daha değerli görmeliyiz bu yardımları. Daha hassas kullanmalı, her kuruşun hesabının sorulacağını, verileceğini hiç ama hiç unutmamalı yardıma sebep olan kişiler.
Sonuç itibariyle,
1.Sadakayı, infakı teşvik etmeliyiz, yaygınlaştırmalıyız, uygulamalıyız. Bunu engellemek isteyenlerin oyununa gelmemeliyiz.
2.Yardımları amacına uygun kullanmalıyız. Veren el ile alan elin sözleşmesine (ahdine) uymalıyız. Âlimler bunu takip etmelidir.
3.Alanlar verenlere karşı hesap verebilmeli, verenler de verdiklerinin nasıl kullanıldığını takip etmelidir.(mesuliyet)
4.Alanlar şeffaf olmalı. Güven yitirici, şüphe uyandırıcı, kapalılık içerisinde olmamalıdır.
5.Özellikle, çalışmalarıyla ulusal ve evrensel anlamda göz dolduran ve medyanın gündeminde olan kuruluşlar daha hassas olmalıdır.
“İNSANA SADAKAT YAKIŞIR GÖRSE DE İKRAH
DOĞRULARIN YARDIMCISIDIR HAZRETİ ALLAH”