İnsanı Bütünüyle Eğitmek

İnsanı Bütünüyle Eğitmek

Tarih boyunca insanın tanınması ve tanımlanması, hemen bütün bilimlerin temel konu alanlarından biri olagelmiştir. Onun biyolojik, sosyal, kültürel, psikolojik, etnik vb. yapılarının incelenmesi ile içinde gizlediği kâinat ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Sonuçta hemen bütün bilimlerin ortaya koyduğu ve teslim olduğu sonuç, insanın çok yönlü ve gelişmeye/geliştirilmeye açık bir varlık olduğu yönünde olmuştur.

İnsanın gelişmeye ve geliştirilmeye müsait bir yapıda olması, eğitim kavramının özünü oluşturmaktadır. Eğitim yoluyla, birçok kabiliyetle dünyaya gelen insanoğlunun bu kabiliyetlerinin farkına varması ve onların en iyi şekilde geliştirilmesi hedeflenmektedir. Burada karşılaşılan en önemli sorun, geliştirilmesi düşünülen yönleri ile birlikte insanın doğru tanınması ve tanımlanabilmesidir.

İnsanın çok yönlü olması, onun geliştirilebilmesi için de insana bütünlük içerisinde yaklaşılmasını gerektirmektedir. O; madde ve manasıyla, biyolojik ve psikolojik yönüyle, sosyal ve kültürel yönüyle vb. bir bütünü ifade etmektedir. O halde gerek onu tanımlarken gerekse onu geliştirmek için çalışırken onun bu bütünlüğü göz ardı edilmemelidir.

Öncelikle insanın eğitime konu olan üç temel yönünün olduğu sıklıkla dile getirilmektedir: Zihinsel yön, duygusal yön ve psikomotor (davranış) yön. Gerçekte bu yönleri daha da artırmak mümkündür. İnsanın aklı, duyguları, nefsi, estetik algısı, ruhu, değer dünyası vb., her biri eğitim ya da eğitimciler açısından üzerinde önemle durulması gereken yönlerdir. Eğitimciler insanı her ne kadar bu farklı yönleriyle ele alsa da bu yönlerin birbirinden kopuk olmadığının farkındadır. Her biri diğerlerini etkiler ve biçimlendirir.

İnsana ilişkin bu bütünlük mantığı teoride hemen herkes tarafından kabul edilse de, gerek okullarda, gerek ailede, gerekse toplumsal yaşamda insanın eğitimi üzerine yapılan çalışmalara bakıldığında çoğu zaman bu teorik gerçeğin ihmal edildiği; eğitsel uygulamalara yansıtmada güçlük çekildiği dikkati çekmektedir.

Öğretmenler okullarda, ebeveyn evde, yetişkinler ise toplumsal yaşamda hem kendi eğitimleri hem de eğitim verebilme imkânına sahip oldukları diğer bireyleri (özellikle çocuklar) eğitirken bir yöne ağırlık verip diğerlerini ihmal edebilmektedirler.

Eğitim sistemi içerisinde gerek sınav sistemleri gerekse toplumun değer yapısı çerçevesinde okullar öğrencilerin zihin yönüne daha çok eğilirken duygusal yönünü, ruhsal gücünü, değer dünyasını ikinci plana atabilmektedir. Öğrencileri sınava hazırlayacağım, sınavlarda daha fazla soruya doğru cevap vermelerine katkı sağlayacağım derken ahlaki yapısına ve değer dünyasına, davranış âlemine gereken eğitsel destek sağlanamayabilmektedir. Bu eksik yönelim ise, insanın doğasında bir takım dengesizlikler ortaya çıkabilmektedir.  Çünkü insanın farklı yönleri dengeli bir şekilde gelişim gösterememektedir.

İlköğretimden itibaren okullarda matematik, Türkçe, Sosyal “Bilgiler”, gibi sınavlarda karşılıkları olan derslere ağırlık verilirken çocukların değer gelişimleri, duygusal beklenti ve ihtiyaçları, ahlaki yapıları, gelişen bilgi birikimlerine göre daha geride kalmaktadır. Dersler arasına “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi”, “Vatandaşlık Bilgisi” gibi derslerin; hatta Kur’an-ı Kerim, Siyer gibi derslerin yerleştirilmesi de bu durumu değiştirmemektedir. Çocuklar bu derslerde de yalnızca ve yine birçok bilgiyi öğrenmeye mahkûm edilmekte; ruh ve değer dünyası, ahlaki ve duygusal yapısı bilişsel yapının güçlendiği kadar güçlenememektedir.

En belirgin şekilde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi, Vatandaşlık Bilgisi, Siyer, Kur’an-ı Kerim gibi daha çok değerlerin, ahlaki yapının, ruhsal ihtiyaçların önemsenmesi gereken derslerde bile öğrenciler; namaz kılma, başkalarına iyilik yapma, kurallara uygun davranma, Hz. Peygamberin ne zaman doğduğunun ve başından geçen olayların bilgilerine ulaşıyor ve zihnine kodluyor ama bunları yaşamına istenildiği şekliyle aksettiremiyor.

Tartışılması gereken şey, çocukların bilmesine rağmen bildiklerini davranışlarına niçin aksettiremediğidir. Bu sorunun belki de en kısa cevabı, zihin dünyasında yer bulan bilgilerin değer dünyasında yer bulamamasıdır. Çünkü insanın davranışlarının şeklini ve biçimini, yönünü ve gücünü belirleyen şey, değer dünyasıdır. Kişinin bir şeyi yapması için onu bilmesi yetmez, onun yapılması gerektiğine inanması gerekmektedir.

Bu durum, büyük ölçüde gerek öğretmenlerin gerekse genel olarak eğitim sisteminin, öğrencinin bilgi dünyasına verdiği önem kadar duygu ve değer dünyası ile davranış dünyasına önem vermeyişinin doğal bir sonucu olarak görülebilir. En somut şekilde öğretmenler ve eğitici pozisyonundaki diğer kişiler çocukların bilgi öğrenmesine harcadığı zaman ve emek kadar duygu ve değer dünyası ile davranış dünyasının biçimlenmesi için zaman ve emek harcamıyor. Öğretmenler öğrencilerle ilgilendikleri zaman aralığının ne kadarını bilgi aktarmak ne kadarını değerleri hissettirmek için harcıyorlar sorusuna verilecek cevap gerçekte çok açıklama yapmayı gerektirmeyecek kadar açık. Elbette, “Ne kadar emek, o kadar yemek”.

Diğer taraftan öğrenciler de sahip oldukları bilgi miktarına paralel olarak elde ettikleri kazanımlar kadar, duygu-değer ve davranışları ile kazanım elde edemiyorlar. Bilgilerine karşılık olarak sınavlarda ya da karnelerindeki yüksek notlar gibi somut göstergeler ve buna bağlı kazandıkları takdirleri, duygu ve değerlerini güzelleştirdiklerinde göremiyorlar. Örneğin sınavlarda yaptıkları doğru sayısına karşılık gerek öğretmenlerinden gerekse ebeveynlerinden gördükleri takdir ya da ceza çok açık ve belirginken duygu ve değerleri bu kadar açık ödül ve cezayı beraberinde getirmiyor.

Örneğin karnesini eve getiren çocuk ebeveyninin karnenin sol tarafındaki derslerle ilgili değerlendirme yapıp ödüllendirirken ya da cezalandırırken karnenin sağ tarafına bakmayışı ya da önem vermemesi, çocuğa da somut bir şekilde değer ve düşünce aktarıyor: “Derslerin iyi olması önemli ve gerekli, duygu ve davranışların iyi olması önemli değil, dikkate bile değmez”. Gerçekte öğretmenler de karnenin sol tarafını daha dikkatle, daha ince eleyip sık dokuyarak doldururken sağ taraftaki davranışları gelişi güzel doldurmaktadır. Öğrenci elbette bundan da benzer çıkarımlar yapmaktadır.

Çünkü bilinmelidir ki insanlar somut şeyleri daha hızlı ve daha iyi öğrenirler. Sözle anlatılan birçok bilginin yerine öğretmen ve ebeveynin gösterdiği somut bir davranış, çocuğun üzerinde daha etkilidir.

O halde, yukarıda ifade edilen çelişkili durum üzerinde dururken öncelikle; yetişkinler ve eğitimciler olarak bizlerin bu konudaki kendi çelişkimize eğilmemiz gerektiği söylenebilir. Başka bir ifade ile bizler insanı bir bütün olarak görüp her bir yönünün önemli olduğunu fark etmediğimiz; her birinin gelişmesi için üzerimize düşeni yapmadığımız sürece yeni yetişen nesilden dengeli olmalarını ve dengeli davranışlar göstermelerini; bildiklerini davranışlarına aksettirmelerini; sağlıklı bir bilgi-duygu-davranış dengesi oluşturabilmelerini beklememiz mümkün değildir. Bu beklenti hem adil hem de doğru değildir.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.