Aynadaki Gerçek

Aynadaki Gerçek

09.01.2019

Adı Merdân Eleverir, yarışmacı arkadaşların yüzüne ağlayarak doğmuş, sabrı sayesinde atanamamış öğretmenlikten atanamamış Mevlâna’lığa terfî edilmiş ömrünün yazını kışa çeviren olaylar halkasına zikir çektiren, 90 model, zeki ama maceraya teşne edebiyatçı bir delikanlı. “Dert ateşi herkeste var yeter ki dik durulsun, ateşe pervane yiğide merdanelik yaraşır.” deyip kulağına ezanı okumuşlar elemanın. Adı verilirken söylenenler dua yerine geçmiş zahir, başından musibet eksik değil ki… Herkesin başına güvercin pisler şans getirir, bizimkinin başına yürürken arkadan güvercin çarpar dikiş atılır, beş lira diye elli lirasını sık sık taksicilere kaptırır işleri hep aksak gider. Hâsılı çorbaya ekmek doğrar gibi dert doğramaktadır bizim saf oğlan.

Yetimim, garibim Merdan… Garibanlık da ırsî galiba. Hayatı pek de iyi gitmemekte, hâlâ kahvaltı yapmamış, atanamamasıyla ÖSYM’ye yatırdığı sınav paralarının üzüntüsü dört nala yarış yapmaktayken postacı Çince gibi karışık antetli bir telgraf getiriyor Merdan’a. En son telgraf kelimesini tarih kitabında birinci dünya savaşıyla alakalı bir yerlerde gördüğünü düşünürken bir yandan da zarfı açıp okuyunca ne görse beğenirsin:

“Merdan Bey stop;

Yeri bulduk stop, eski tersanede stop, geçiş hala açık stop”

Gizemli bir vakıa olduğu kâğıdından telgrafına, antetinden notuna kadar her yerinden belli de olsa düşüyor eski tersanenin yollarına. Korku filmlerinde yağmurlu orman şatosunda tıkırtıya tek başına göz atmaya giden manyak adamlarla aynı şeyi yapıyor yani. İkisinin de akıl mantık işi olmadığı besbelli. Neyse… Varıyor bizimki oraya. Tersanenin ortasında abidik gubidik bir ayna, ondan çıkan kablolar, bir kontrol paneli, “date:1980” yazan led ekran ve bir sürü teneke zamazingo daha… Epey gizemli duran makineyle aynaya bir iki bakıyor. Bakıyor ama karşıyı görse de kendini göremiyor. Ne olduğuyla alakalı bir fikri varsa da kestiremiyor. Fısıldayarak mırıldanıyor: “Yok artık, teknoloji o kadar gelişti mi ya! Zaman makinesi zahir bu!” Elini uzatıyor köpük balonundan geçer gibi eli içine giriyor. En son dayanamayıp kafa göz yâ Allah içinden geçiveriyor karşıya.

Karnı aç bu işleri yaptığına inanamıyor başta ama konu oradan epey uzak haliyle. Gözünü bir açıyor makine hariç her şey aynı. Eski tersane işte! Ama makine yok. Yani bir zaman kayması yaşanmışsa da geri dönüş yok gibi bir şey.  “Hay yapacağın işe yumurta kırayım Merdan Efendi! Nerden de geldin.” dese de iş işten geçiyor artık. Yerde açılmış boş zarflar duruyor, içleri boş. Biri mühürlü, hâlâ açılmamış. Açıp bakıyor Sirkeci’de bir otel ismi ve anahtarı var: “Reyhan Otel 204 numara, Sirkeci” Nihayet günün lüzumsuzluk kotasını doldurduğunun farkına varıp bu işin içine nasıl düşmüş olabileceğini sorgulamaya başlıyor. Silikon Vadisi’nden herkesin takip edilebileceği geliyor aklına ama Facebook, twitter kullanmıyor. Henüz İphone kullanmışlığı da yok, yani SiRi’yle de tanışmış olamaz. Her ne kadar Amerikan filmi gibi bir gün yaşasa da mekânın McDonald’sa benzer bir tarafı da yok. Sorular çözümlenemiyor…  404 not found

Dışarı bir çıkıyor hakikaten geçmişe gitmiş. “Date:1980 gerçekmiş!” diyor gayriihtiyari. Binalar varsa da çerçöp gibi her yerde değiller, haliç pislik içinde, biraz yürüyünce görüyor ki en yeni araba net antika! Biraz sağda solda kamera arıyor şaka mı diye ama yanında sıra sıra duran jetonlu ankesörlü telefonları görünce kameraların hâlâ tekâmülünün başlarında olduğunu anlıyor. Düşünsene VHS kasetler kariyerinin zirvesinde. Daha ne CD keşfedilmiş ne Disket! Cep telefonunun çekeceği baz istasyonu yok. Velev ki cep telefonu çekti, kimi arayabilir ki! Kalbi daralıyor, depresyon haplarına saygı duymaya başlıyor. En acele yapılması gereken şeyin bir taksiye atlayıp kendini Boğaz köprüsünden atmak olduğunda kararlı. Sonra kendine bakıyor. Üzerindekilerle 1980 rock&roll artisleri için bile fazla havalı sayılır. Barış Manço görse ne derdi acaba? Kabul etmeli ki yırtık kot pantolon, NewBallance ayakkabı, blazer ceket, RayBan güneş gözlüğü ve kayı tamgalı zihgir kombini 2018’de hit olsa da eğer şarkıcı veya topçu değilsen 1980’de lazım olmadığı kadar dikkat çekici.

Neyse elindeki zarf geliyor tekrar aklına. Bir taksi durduracak gibi oluyor ama derhal vazgeçiyor bu hatadan. Adama ücret olarak ne verecek: 2018 basım tarihli Mimar Kemaleddin resimli yirmi liralık mı? Sonra zaten taksi tutacak parası olsa boğaz köprüsünden atlama fikrinin daha mantıklı olduğunu düşünüp araba sevdasından vazgeçiyor. El mahkûm yürünecek tâ Sirkeciye kadar. Haliç’in berbat kokusuna mı, uzay mekiği gibi cep telefonun olduğu halde arayacak birinin bulunmamasına mı, Sirkeci’ye kadar yürümek zorunda olmasına mı yoksa cebinde 150 lira ve kredi kartları olduğu halde Boğaz köprüsünden atlamak için bile fakir sayıldığına mı üzülmeli? Bunların seçimiyle uğraşa uğraşa Eminönü’ne varıyor. Neyse ki Yeni Cami hâlâ var. Biraz su içip namaz işini hallediyor. Soluklanıp birkaç şey sıralıyor kafada:

“Zarfta kendi adım yazsa da olaylara dâhil değilim, bir şekilde paraya ihtiyacım var, üzerimdekileri 80’lere adapte etmem gerekiyor, otele dikkat çekmeden girmeliyim.”

Sonra ceketi, gözlüğü ve diğer ıvır zıvırları camide güvenli bir yere bırakıp yalınayak Eminönü meydanına çıkıyor. Güvercinlerin arasında pantolonu yırtık, yalınayak, açlıktan ağzı kokan birisine yardım edecek birilerinin o tarihlerde hâlâ yaşadığından emin. Ve halk da onu yanıltmıyor. Bir saat içerisinde bir otel odası tutacak, simit yiyebilecek kadar para dilenmeyi başarıp camiye bıraktığı kıyafetleriyle kamufle olup otele gidiyor.

Şimdiki Marmaray istasyonuyla Gülhane surları arasında tenha bir sokakta pek de lüks sayılmayan, camları eski model devlet lojmanlarını andıran, yanar sönerli Otel Reyhan tabelalı bir otele geliyor. Resepsiyonun kendisine kimlik sormayacağı kadar basit bir yer olduğundan emin. Otelde zarfta yazılı odanın katında başka bir oda tutuyor. Bir müddet koridordaki hareketliliği ve kat görevlisi çocuğun tipini gözlemliyor. Çocuğun Adana aksanı biraz endişe verse de anormal hiçbir hareketlilik fark etmiyor. Otelin diğer umumi alanlarında da ne Amerikan kolası, hamburgeri satılıyor ne de civarda Çince bir şeyler var. Garip bir şekilde hiçbir anormalliğin olmadığından emin olduğunda koridora çıkıp 204 numaralı odaya doğru yürüyor. Kapıya gelip anahtarı sokuyor ve çeviriyor…

 

İkinci Bölüm

Kendilerine söylendiği gibi eski tersanede buluştular. “Eski tersane de olmasa gizemli işler nerede yapılırdı bilmem.” deyiverdiler bakışıp. Filmlerin adam öldürme sahneleri hep burda çekiliyordu ama neyse ki bizim işte şimdilik kimse ölmüyordu. Laf lafı açmadan onlar makinayı çalıştırdılar. Ultrasonik hipertansiyoner alan kapısını açtılar.Bir aynayabenziyordu. Nitro motorlar sayesinde cisimleri nano parçacıklara ayırıyor ve zaman ötesi bir hıza ulaştırıyordu. Zaman çizgisinden çıkarılan cisimler ise çizgide istenen noktaya gönderilebiliyordu.

Haddizatında insana hapistir bu dünya. Dünya müminin zındanıdır buyurmamış mıdır gözümüzün nuru Efendimiz. Ne etsek buradan çıkış yok. İmtihanı verip gitmek gerektir bu zamanda. Ne ötesine erişmek yarar insana ne evveline… Aslolan anın vacibidir. Hani derler ya Carpe Diem (Anı Yaşa) diye, işte öyledir bu işin raconu. Anın gereğini yaparsan ne geçmişten pişman olursun ne gelecekten kaygılı… fakat durumlar pek de öyle değil esasında. Geçmişte o kadar çok pişmanlıklarımız var ki aynı Ahmet ve Cemal gibi… Belki bu yüzden kabul etmişlerdi görevi kim bilir. Kim bilir garip gelmişti geçmişe gitmek. Belki yapmak istedikleri vardı, değiştirmek istedikleri… ama neticede zamanın kapısındaydılar… şimdi şu an! Önce işe yarıyor mu diye ellerindeki zarfları içeri fırlattılar. Bir aksilik yoktu. Helalleşip geçiverdiler öteye.

Hiçbir şey değişmemişti etrafta. Sanki biraz badanaları yeni gibiydi duvarların o kadar. Sonra fırlattıkları zarfları geri aldılar, birisi hariç. O dursun demişti şef. Kendi gelecekti belki arkadan. Çok soru sorulmazdı bu işte. Vazgeçtiler düşünmekten. Zarfları açıp baktılar:

Reyhan Otel 205-206 numara Sirkeci…

Kıyafetleri özel seçilmişti. Cemal kahverengi klasik kesim pantolon ile gömleğinin üzerine baklava dilim krem söğeter ve iskarpin ayakkabı giymişti. Bir de meşin kahverengi ceket almıştı. Ahmet ise ispanyol paça, ütülü siyah pantolon ile rugan ayakkabısını ve uzun yakalı küçük siyah puantiyeli beyaz gömleğini özenle seçmişti.Aynen Şevket Bey’in yazıhanesinde çalıştığı günlerdeki gibiydi. Tek fark artık daha yaşlı olması idi. Gençliğini görse tanırdı.Peki ama eski kendisi onu görse tanıyabilir miydi?

Ceplerine aldıklar 80 model paralarla damalı bir taksi tuttular. Haliç pislik içinde olsa da vapur sesleri ve eminönünün kendine has telaşı hâlâ sürur vermekteydi. Otel odasını tutup yerleştiler. Talimatlar oraya önceden konmuştu.Görev zarfından buluşma adresi yazıyordu:

Ahmet Hamdi Tampınar Kütüphanesi / Gülhane Parkı

Tek vazifeleri gelecek olan kişiyi de alıp geleceğe tekrar dönmekti. Bunun dışında hiçbir şey bilmiyorlardı. Üçüncü kişi kimdi? Ne yapacaktı? Neden tek başına dönmüyordu? Hepsi birer muamma idi. Ama dedik ya bu işte öyle pek soru sorulmazdı diye. Bu yüzden pek de merak etmiyorlardı.

Netice heyecan vericiydi, geçmişteydiler. Geçmişlerindeydiler. Yapamadıklarının pişmanlıkları sarıyordu her bir lahza içlerini. Eskiyi izlemek hoşlarına gitmişti. Peki ama geçmiş?Geçmiş değişebilir miydi?

 

Üçüncü Bölüm

“Ah o eskilere bir dönsek ne güzel olurdu değil mi?” diyeceği tutardı sık sık. Çocukluğunun Niksar’ına değil elbet, heyecanlı, taşı sıksa suyunu çıkarır delikanlılık çağlarına, yüksek tahsil yıllarına. Bir sofranın etrafına dokuz talebe birikip aynı tasa kaşık sallar da yine de bir kale gibi dururlardı. Gelecek nesillersefaletten vareste olsun ki derdi İslam olan kuvvetli olsundu. Ve fakat her iş öylesine berrak gözükmüyordu artık. Haram evlerimize iki yerden girer derdi hoca: birisi mutfaktan birisi televizyondan diye. Facebook, twitter çıkmıştı. Riyakarlık instagramdan fışkırıyordu. Bu çağda kime derdini anlatacaktın ki? Hangi pazara gidip kendine bir dert satın alacaktın ki?

Herkesin numarası vardı hıfzında. Hızlı hızlı birbirine çatardı tanıştıklarının numaralarını. Arzusu oydu ki hemdert olanlar kardeş olsun. Fakat ne derdi olan kalmıştı ne kardeşlik isteyen… en çok da Rahmetli Musa’yı özlüyordu. Gece vakti Akıncılar’ın penceresinden çıktıkları Musa’yı… Yaşanmaz olmuş idi bu çağ. Her mevsim hazan, her gece şeb-i yeldâ idi. “Aah”, derdi. “Ah şu eskilere bir dönsek! Bir dönsek ne kıymet bilirdim dostluklarımın.”

Bir de işin aks-i tabisi vardı. Hiç eskilere sormuş muyduk acaba, onlar da bizi isterler mi diye? Bir sokulsak şu eskilerin yanına, derler miydi “Buraya gelin” diye? Peki biz geçmişteyaptıklarımızı geleceği daha iyi kılmak için yapmamış mıydık?Öyleyse geçmişte yaptığımız güzel şeylere nasıl olur da eskiler deriz! Güzel şeyler eskimiş midir? Bilakis aziz dostlarım onlar dalında durup etrafa neşe saçan çiçekler kadar tazedir her dem. O vakit geleceğe umutla bakmak nerede kalırdı heyhat!

Kendi kendine düşünürken dostu kapıya vurdu şifreli bir tokmak sesiyle. Yerinden sıçradı pencerenin kenarından istasyonu seyre dalmışken. Terler boncuk boncuk damlıyordu. Yaz bitmişti sözde ama ne güneşin kavurucu ateşi sönmek biliyordu ne de günler geçmek biliyordu. Sıcaklardan sık sık şikâyet eder olmuştu. Tam o sırada:

“Güz güneşi kavurur zaten hep. Sabret be Cemal.” dedi Ahmet gülerek.

Neşesi neden sebepti acaba? Biraz da yakıştıramamıştı gülmeyi ona. Kendi içi kan ağlarken. Hiç mi belli değildi zavallı bir otel odasında sıkışıp kalmaklığına üzüldüğü. Kendisi de birkaç saat evveline dek üzgündü hem:

“Neyse”, dedi Cemal“İşimize bakalım. Vakit az kaldı. Her şeyi gözden geçirelim tekrar son kez…”

 

Dördüncü Bölüm

Kapı açıldığında kalp atışları neredeyse pat pat motorlarınki kadar gürültü çıkarmaktaydı.  Kalp krizi geçirip neler olacağını göremeden ölmek en büyük korkusuydu. Bir an hastaneye yatsa nasıl teşhis edileceğini merak etti. Ama fazla sürmeden kapı açıldı. Hiç de beklediği gibi enteresanlık düzeyi pik yapmış bir odaya benzemiyordu. İçeride ne Tom Cruise tipli bir ajan vardı ne de kapı açıldığında patlayacak bir düzenek. Epey tertipli düzenli, tek kişilik bir odaydı. Küçük bir dolap, demir aksamlı hapishane filmlerindekilerden hallice bir yatak, küçük bir banyoyla küçük bir çalışma masası ve sandalye vardı. Ha bir de ayna vardı duvarda. Bir an aynaya odaklandı. Kafasının içinde gerilim müzikleri çalmaya başladı. Aynaya yaklaştıkça volüm arttırdı. Gözlerini kapatıp elini yavaşça aynaya uzattı ama beklediği gibi olmadı. Aynanın köşesinde Tuzla Cam A.Ş. markası dikkatini çekti. Anlaşılan aynada bir numara yoktu. Odanın tılsımlı olmaması biraz rahatlattı. Dönüp sağa sola göz attı. Çekmeceyi açtığında asıl olay oradaydı. Küçük bir sandık vardı. Çıkarıp masanın üzerine koyup kapağını açtı. İçinden bir miktar para, Muhittin Kimgördü adında bir kimlik, şarjörü tam dolu bir tabanca, bir not ve GPS benzeri bir alet çıktı. Alet köstekli saate benziyordu. Cakalı bir külhanbeyinde dursa epey hava katabilirdi. Kroki gibi bir ekranı ve yanıp sönen bir noktası vardı. Notu açtı:

Hedef Cuma günü saat 13.00’da TRT’de olacak. Binaya önceki akşamdan girip saklan. İşi bitirdiğinde otoparktan geçiş yapacaksın. Geçit saat 14.00’a kadar bir saat açık olacak. Süreyi kaçırırsan tek başınasın. Parayı ve silahı al. Dolaptaki kıyafeti giyin, fazla dikkat çekme.

GPS’nin gösterdiği yerdeki zarfta hedefin bilgileri var.

Başarılar…

“Yuh!” dedi. “Süreyi geçirirsen tek başınasın da ne demek! Hay böyle işe turp sıkayım.” diyerek notu yazanlara tepkisini gayet barışçıl bir şekilde dile getirdi. Artık karşısına çıkan notlardaki görevleri önemsememeye başlamıştı. Kendini oyun görevlerini yerine getiriyor gibi hissediyordu. Ama amacı bölüm geçmek falan değildi, sadece neler olacağını öğrenip kendi zamanına bir şekilde dönmekti. Daha günün Çarşamba olmasına sevinirken midesinden gelen sesler kalp atışını bastırmayı başarmıştı. Dolaptaki kıyafetleri giyip 2018 model Barış Manço imajından kurtulduktan sonra karnını doyurmak için dışarı çıktı. Civardaki esnaf lokantasından karnını bir güzel doyurdu. Merak ettiği şeyler vardı geçmişin İstanbul’una ve İstanbullularına dair. Sonra düştü Bab-ı Âlî yokuşuna. Sağa sola bakarak Cağaloğlu’na kadar yürüdü. Sevdiği bir yazarın o dönemde yazıhanesinin buralarda olduğunu okumuştu. İlk olarak orayı buldu. İçeri girdiğinde onu Mürsel adında gençten Giresunlu birisi buyur etti. Hareketli, işçiman ve konuşkan birisiydi.

  • Hoşgeldin, buyur neye baktın?
  • Sağolun, ben Şevket beyle görüşecektim, kendisi burada yok mu acaba?
  • Hâ, tamam ama şimdi camiye gitti. Bugün gelmez, dedi. O sırada tam çıkacaktı ki diğer taraftan liseli bir başka genç seslendi:
  • Hoşgeldiniz hemen gidecek misiniz, buyurun bir çay içelim, yorgunsunuzdur belki, dedi. Mürsel ekledi:
  • Doğru söylüyor, hele bir soluklan. Ben şu kitapları paketleyeyim siz oturun.

Tamam deyip yazıhanede oturmaya başladılar. Edebiyata meftun oluşundan olsa gerek evvela duvardaki levha dikkatini çekti:

Geçmişin nedameti, geleceğin büyüsü,

Ne baharlar geçti de görmediler son güzü.

Zamanın ötesinden diyorum bak bu sözü:

İşbu anın vacibi kurtaracak her özü.

Sonra kutudan çıkan kimlikle kendi edebiyat öğrenciliğini karıştırıp kısa bir hayat hikâyesi uyduruverdi:

  • Adım Muhittin Kimgördü, Yozgatlıyım. İhtisas için Sorgun’dan geldim. Burada kaydımı kabul ederlerse edebiyat okuyacağım da, geri dönmeden Şevket Beyi de bir ziyaret edeyim demiştim.
  • Ne güzel, Allah muvaffak etsin. Şevket abi kendisini tanıtırken “ben” kelimesini kullanmamaya özen gösterenleri sever. ‘Bir kişi hem kendinden bahsedip hem de ‘ben ben’ deyip durmamalı. Herkes zaten onun kendinden bahsettiğini anlıyor.’ der. Kendisiyle keşke tanışabilseydiniz, sizi severdi. Ama camiye kadar gitti. İkindiyi kılınca da gelmez. Başka işleri olur.
  • Anladım sağolun. Sizin isminiz nedir? Şevket beyle münasebetiniz nasıl oldu?

Fazla gürültülü olmayan bir gülüş attı. Anlaşılan muzip bir vakıa vardı. Sonra şekerlikteki küp şekerlerden ıslak olanları kenara koyup henüz sağlam kalabilenlerden bir şeker atıp karıştırdığı çayından, bardağın altını tabağın kenarına hafifçe silip nazikçe bir yudum aldı:

  • Bizim adımız da Ahmet. Fatih İmam Hatip’te son sınıfta okuyorum. MTTB’de Orta Öğretim Kültür Müdürüyüm. Kendisiyle tanışmamız biraz enteresandır. Geçen seneydi. Çıkarttıkları gazeteyi okurken bir arkadaşım dedi ki “Sen o gazeteyi okuyorsun ama onun sahibi mason!” Emin misin, dedim “Öyle söylüyorlar.” dedi. Ben de gazetenin adresine gittim. Birkaç gencin arasında sordum ‘Mehmet Şevket Eygi kim?’ diye. ‘Benim’ dedi. ‘Çıkarttığınız gazeteyi okurken arkadaşlarım sizin mason olduğunuzu söyledi. Ben de gerçekten öğrenmek için geldim. Siz gerçekten mason musunuz?’ diye yekten sordum. Beni sevgiyle kucaklayıp alnımdan öptü ve dedi ki ‘Benim ne olduğumdan ziyade bu tavrınız takdire şayan. Siz bir ayetin (Hucurat 6) gereğini yaptınız, tebrik ederim.’ dedi. Bilahare görüşüp konuştuk. Şimdi ara ara gelir ufak tefek işleri yapar gelen mektupları okur, tasnif ederiz. 
  • Ne güzelmiş. Ben sizi daha fazla meşgul etmeyeyim. Harem’e otobüse yetişmeliyim. Sağlıcakla kalın. Çay için teşekkür ederim.

 

Yazıhaneden ayrıldı. Akşam vakti yaklaştığı için dönemin tekinsizliği aklına geldi ve fazla oyalanmadan otele geçti. Yastığa başını koyduğunda sabah 2018 model uyanıp yatağa 1980 model girmenin ne demek olduğunu birisine anlatamadan ölmekten korktu. Sonra bu tarz işlerde ne kadar sık ölmekten korkulduğunu fark etti. “Aynadan geçerken kulunç kalkmış zahir. Bir daha kas gevşetici almadan zaman yolculuğu yaparsam iki olsun!” deyip yorgunluğa daha fazla dayanamayıp uyuyakaldı.

Sabah uyanıp gezintisine Muhittin olarak devam etti ama başkalarıyla muhabbet etmenin kendisini açığa çıkarabileceğini düşündüğünden fazla iletişime geçmedi insanlarla. Ama şimdilerde çok aradığımız bazılarını uzaktan da olsa görmek istiyordu. Sahaflardan geçti gezerken Beyazıd’ta. Çeşmeden su içip soluklandıktan sonra köşe taraftaki dükkânın dışarı bakan aynasında üstünü başını düzeltip tam gidiyordu ki birisi kendisine seslendi:

  • Hey delikanlı! Sağa sola bakınıp sesin geldiği yeri aradı. Tam o sırada tekrar ses geldi: Buraya bak dükkânın içine!
  • Buyurun neden seslendiniz, diye sordu.
  • Borcunu ver evlat, dedi kitapların arkasında oturan vakarı yüzüne vurmuş, sesi günlük üç paket sigara içme kıvamında, mehabetli, uzunca saçı takkesinin arkasından gözüken derûnî bir zât.
  • Bir dakka noluyoruz, ne borcu. Ben bir şey almadım ki, dedi Merdan, nâmıdiğer Muhittin Kimgördü.
  • Sen telefonla konuşurken bir şey mi alıyorsun ki para ödüyorsun evlât! İlla bir şeyi teslim almak mı lazım gelir borçlanmak için?
  • Iıı şey tamam doğrusunuz ama ben borçlanmadım ki!
  • Doğru konuş! Herkes borçludur evlât! Borçsuz doğrum diyen yalan söyler. İlkin etrafı gördüğün için bir çift göz, şu konuştuğumu duyduğun için de iki kulak borçlusun Allah’a.
  • Tamam da onu siz de borçlusunuz. Size borcum ne ola ki?
  • O gözünle etrafı gördüğün için Allah’a, benim aynamda kendini gördüğün için de bana borçlusun! Öde şimdi borcunu!
  • Bey babacım anladım derin bir adamsın ama aynada kendime bakmakla size neden borçlanayım ki?
  • Bak evlat her borç kendi nev’inden olur. Esansın borcu koklamakla, aynanın borcu bakmakla olur. Dostluk Allah’ın eseridir, kullandıkça yaratıcısına borçlanırız. O ayna da benim eserimdi. Sen kendini benim aynamda gördün. Bana borçlusun. Öde şimdi borcunu!

Bu adamın söyledikleri öylesine tesir etmişti ki Merdan’a. Uzunca bir süre kendine gelemedi. Ivır zıvır kem küm etti. Aklından geçmeye çalışan her şey yarım kaldı. Zamanın makinesini görmüş olmasa zamanın durduğuna inanacaktı.

  • Ne kadar ödemeliyim size? Diye sordu.
  • Sen beni dinlemedin mi be dangalak! Sana her borç kendi nev’inden doğar diyorum. Sen benim aynama baktın ben de senin aynana bakacağım. Sen suretini gördün ben de senin sîretini göreceğim. Borcun işte budur. Bugün akşam namazından sonra Karagümrük’e gel. Ya gel, ol ve git; ya git, ol ve gel… Hadi şimdi defol!

Bu nasıl bir adamdır anlamak mümkün değil. Hem hakaret ediyor hem de her hecesinde kendine bağlıyor. Şaşılacak şey doğrusu dedi. Daha fazla gezmeye mecali kalmadığı için oteline döndü. Akşam çağırmıştı Aynalı Baba ama zaman makinesine ulaşabilmek için tarif edilen şeyleri yapması gerekiyordu. İçinde büyük bir buruklukla 2018’e gitmek için otelden emanetleri aldı.  Fazladan tuttuğu odanın müşterisi gibi anahtarı teslim etti. Sonra daha fazla gecikmeden TRT binasına gitti. Kuytu bir köşe bulup bina içinde bir yerlere saklandı. Tüm personelin çıktığından emin olunca GPS’i çıkarıp hedefi aramaya koyuldu. Kameraların hâlâ keşfedilmemiş olmasının keyfiyle etrafta rahatça dolanıyordu ki o sırada dışarıdan bir müzik sesi geldi. Yakın bir pencereden sesi dinlediğinde Boğaz köprüsünden geldiğini fark etti. Biraz daha kulak verince Hasan Mutlucan’ın “Yine Şahlanıyor Aman!” türküsü olduğunu anladı. Başından kaynar sular aktı. Bu müzik 12 Eylül darbesinin sesiydi. Dışarıda darbe olmaktaydı ve kendisi bildirinin okunacağı binada birisini öldürmek için görevliydi. Vuracağı hedefin kimliğiyle yüzleşmekten korkuyordu.  Keşke hiç olmasaydı zira işler Nietzsche’nin adından bile daha karışıktı. GPS’nin işaret ettiği yerdeki hedef zarfını alıp açtığında ise dondurmasını martı kapmış çocuk gibi bakakaldı: Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren!

Ya bu işe hiç karışmayıp kendine 80’lerde mütevazı bir hayat kuracak ya da Kenan Evren’i öldürecekti. Sabaha kadar bunu düşündü. Diyelim Paşa’yı vurmayı başardı, eğer geçide ulaşamazsa en iyi ihtimalle darbe hapishanesinde ömrü çürüyecekti. Ama Kenan Evren’i öldürmek pek de mantıksız gelmemişti o an için. Ne de olsa memleketin başına ne işler açtığını biliyordu.

Vakit geldiğinde Paşa’nın arabası bina önüne yanaştı. Merdan oraya dönüp paşaya hedef aldı ve ateş etti. Sonra herkes ve her şey sessizleşti. Üzerine doğru koşan askerleri görünce ortamın sessizleşmediğini aksine kendi kulaklarının tıkandığını anladı. Hemen sonra havaya uçan güvercinlerin şaklayan kanat sesleri sessizliği bozdu. Kafası hâlâ yerinde değildi ama zaman makinesini bir şekilde bulması gerektiğinden emindi. Koşarak uzaklaşmaya başladı. Otoparkın önüne geldiğinde askerler onu sıkıştırdı ve yakaladı. 1980’de sıkışıp kaldığı için ağlıyordu ama herkes yakalandığı için ağladığını sanıyordu. Zaten ne diyecekti ki “Abi ben sabah işsizdim ama şimdi 38 yıl öncesinde bir suikast işi verdiler. Size benim zamanımda çok küfrediyorlar, ne olur beni salın…” çok mantıksızdı. Askerler ellerini kelepçeleyip onu hırpalayarak ayağa kaldırdılar.

“Ben bir garip Merdan’ım valla suçum yok! Medet ya Rabb!”diye bağırıyor, derdest edilmiş götürülecekken bir kişi askerleri bayıltıp kelepçeyi çözdü. Sonra dedi ki:

  • Acele et geçit kapanmak üzere!..

 

Beşinci Bölüm

“Ne demek sıranızı bekleyin. Herkes sırasını vermiş sana ne oluyor evladım! Acelemiz var da ondan geçtik öne herhâlde!” dedi Ahmet. Çenesinin yayını kırmak bile hafifletemezdi öfkesini. O kadar mesafeden boşuna gelmiş olamazdı. Ne yani 38 sene evveline gelip hâlâ sıra mı bekleyecekti! Olacak iş değil, zaten oldu olası sevmezdi sıra beklemeyi. Bileti kesen genç, bir iki göz kırptıysa da pek anlamadı başta Ahmet. Bilmezdi, anlamazdı pek illegal işlerin nasıl yürüdüğünü.Neden sonra yan taraftan birisi hızlı bir hareketle parmaklarını ovuşturup rüşvet istediğini söyledi kısık sesle Ahmet’e. O lahza anladı durumu. “Vay Gazali’nin torunu vay!” diye istemsizce birkaç kelime döküldü ağzından …Cebini yokladı, el mahkûm. Cebinde kalan son yemek parasını kontrol etti. Vapur parasını öbür cebine koyup yemek parasını ağır çekimde adamın eline saydı. Pek bir şey değildi gerçi ama ne de olsa karnı açtı. Oradan ayrılırken elinde Nevşehir’den gelecek 302’nin tüm biletleri elinde deste gibi duruyordu. Gülümsemişti; çünkü bu sahneyi Sarıyer’de büfede, Cağaloğlu’nda yazıhanede çalışırken çok yaşamıştı. Otobüs parasıyla kitap alır, eve yürüyerek dönerdi. 38 sene sonra aynı zamanda aynı duyguları yaşamak… artık daha yaşlı ama hâlâ 80’lerde… bu gülümsetmişti sanırım Ahmet’i…

Doğru şeyi yaptığından pek emin değildi gerçi ama içi huzurluydu. Son bir kez rüzgârda saçlarını düzeltti vapur Sirkeci’ye varmadan. Doğruca otele vardı. Odasına gidip kapıyı tıklattı, malum şifreli tokmak gibi. Cemal açtı kapıyı. Güldü yorgun ve terli görünce Cemal’in yüzüne.

“Güz güneşi kavurur zaten hep. Sabret be Cemal.” dedi Ahmet gülerek. Bu arkadaşını rahatlatmıştı sanırım. Cemal de bir an sıcakları boşverip:

“Neyse”, dedi. “İşimize bakalım. Vakit az kaldı. Her şeyi gözden geçirelim tekrar son kez…”

 

Altıncı Bölüm

“Ben!” dedi Cemal “Tam saatinde orada olacağım. Küçük bir işim var.” Kararlı, kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış vakur adımlarla ardına bakmadan koşmaya başladı sonra. Ardından seslendi Ahmet: “Her ne yapıyorsan hızlı yapsan iyi olur. Burada kalmamalıyız. Her şeyi iki kez yaşamak hiç de bana göre değil.”

Bir yandan gözyaşlarına mâni olamıyor, bir yandan koşuyordu. Bu saatler çok riskliydi. Nefesi ciğerini kavurmaya başlamıştı. Gülhane yokuşu hiç kendi canını yakmamıştı oysa bu kadar. Kendini kamçılıyordu sözleriyle:

“Musa için koş! Koş Cemal Allah için koş.”

İstikameti çok uzak değildi ama vakit kısaydı, her fâniye olduğu gibi kısa… akıncıların dernek binasının önüne yaklaştığında iki genci gördü uzaktan binaya yaklaşan. Açık bir cam arıyorlardı, etrafı keserek. Birisinin erketeye yatmadığından o kadar emindi ki.

Bekledi bir müddet. Yeniden bir hareketlilik sezdiğinde korkmadan emin adımlarla arkadan yaklaştı onlara. Tehlikeliler miydi, hiç sanmam. Kendisini göremeyecekleri bir yerden yanlarına sokuldu usulca. Her ikisini de kavradı kollarından sıkıca. Telaş içinde ellerindeki dolu çuvallarla çırpınan gençlerden birisi daha kuvvetliydi. Bu Musa idi. Sert fakat mehabetli bir tavırla:

“Körüklüye binmeyin!” dedi. Bu da ne demek şimdi gibisinden sakallı olan yüzünü çevirip baktı, taa gözlerinin içine. Besbelli kendisiydi Cemal’in. Kendi gençliğiyle gözgöze gelmek… Bir lahza bakıştılar. Sormak istediği bir sual vardı ona. Ağzını açıp da soracak oldu “50 yaşına gelsen gerçekten ister miydin bu geceye geri dönmeyi?” diye ama Musa kavurucu bir yumruk savurup aklını almıştı Cemal’in. Yere düştü, baktı bir müddet arkalarından. Kafası kaldırımda, gözleri buğulu kamera gibi… arkalarından tek bir şey daha diyebildi: “Körüklüye binmeyin. 25 numaralı körüklüye binmeyin!” sakallı genç Cemal, orada kıpırdamadan kaldı bir an gözlerinin içine bakarak. İrkildi neden sonra Musa’nın sesiyle:

“Hızlı ol Cemal! Hemen buradan gidelim!..”

Genç Cemal ile Musa oradan ayrıldıktan sonra planlanan yere gelmişti Cemal,“Yetişirim” dediği gibi. Zaten Müslüman söz verdiğinde mutlaka tutardı. Hele 80’lere dönen Cemal nasıl aksini düşünebilirdi ki… Başındaki şişlik ilk bakışta dikkat çekse de konuşmaya geçmeden her şeyi bir bir gözden geçirip hiçbir eksiğin kalmayacağından emin oldular.Gelecek bir kişi daha vardı ama kim olduğunu bilmedikleri biri… “Tanıyacaksınız!” diyordu “Öyle bir şey yapacak ki en tanınan kişi o olacak…” otel odasına ilk girdikleri gün buldukları kâğıdın üzerinde.

Radyonun başına geçip söylenen TRT frekansında dinlemeye koyuldular, talimatlardaki gibi… sonra saati beklerken Cemal dedi ki:

  • Bugün acele acele nereye gittim biliyor musun?
  • Biliyorum, dedi Ahmet. Bu çok açık. Tabi ki geçmişinde bir şeylere dokunmaya gittin.

Cemal bir müddet zihnini toparlamaya çalıştı. Ahmet tekrar söze girdi, onu rahatlatmak için:

  • Nereden mi biliyorum? Kendimden tabi ki. Çok düşündüm Sarıyer’de, Cağaloğlu’nda Bedir yayınevine gidip kendime bakmayı… ama yapmadım.Sabah sen bana kapıyı açtığında ise yapmam gereken şeyi yapmıştım bile. Önümüzdeki haftalarda babam İstanbul’a gelecekti, Ortaköy’deki üniversite evime. Orada halime üzülüp beni evlendirmek isteyecekti. Ama ben okulda okuyup hoca olmak istiyorum. Sabah otobüsün tüm biletlerini satın aldım. Artık buraya gelemez. Sonraki hafta da ben gideceğim yanına zaten. Artık döndüğümüzde bizi farklı şeylerin bekleyecek besbelli.

Şaşırdığını tabiatıyla ima ettikten sonra Cemal anlattı:

  • Evlenmemek, cüretkârca kabul ediyorum ama benimki biraz daha karmaşık oldu.
  • Başındaki şişlikten belli oluyor,dedi Ahmet gülüşerek. Devam etti Cemal:
  • Üniversitedeyken Sarıyer’de ev açmıştık dokuz arkadaş. Varımız yokumuz birer valiz eşyaydı. Mutfakta zerzevat pişirmeye, tencere, tabak vs. hiçbir şey yoktu. Akıncılar’dan Yunus abi dernekteki kamp malzemelerini alabileceğimizi söyledi. Musa’yla ben de o malzemeleri Sultanahmet’teki binadan çuvallarla alıp pencereden çıktık. Pencereden çıkmıştık çünkü o gece darbe olmuştu. Dönüşte Musa öldü o vaki…
  • Ne!!! dedi Ahmet Cemal’in sözünü keserek, O gece darbe mi olmuştu? Bugün o gece!

Ortam iyice gerilmişti. Vakit ilerlemiş, sabahın aydınlığı etrafı sarmaya başlamıştı. Boğaz köprüsünden Hasan Mutlucan’ın sesi gelmeye başladı. Darbe olduğunu anladılar. Eğer bugün kendi zamanlarına dönemezlerse gelecekten geldiğini iddia eden iki anarşist olarak bilmem hangi karakolda ölüp gideceklerini düşünüp irkildiler. Makineyi çalıştırdılar, üçüncü kişiyi beklemeye koyuldular. Saat 14.00’a kadar gelmezse onsuz dönecektiler. Fakat kimdi, nasıl tanıyacaklardı acaba onu? Tam o sırada TRT’de Kenan Evren’in sesinin gelmesi gerekiyordu fakat gelmemişti. Nasıl yani, geçmişte her şey aynı olurken bir tek Kenan Evren mi vazgeçmişti darbe bildirisi okumaktan? Çok önemsemediler ama biraz sonra Tahsin Şahinkaya ismindetok sesli başka birisi yönetimi deruhte edeceğinden bahsetti. “İsme bak” dediler, “Adamın adını darbe yapsın diye koymuşlar sanki!”sonra TRT devam etti: “Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren gece saatlerinde Merdan isimli bir anarşist tarafından vuruldu. Katil tüm yurtta aranmaktadır. Yardım ve yataklık ettiği belirlenenler idam edileceklerdir.”

 

Yedinci Bölüm

Yıl 1990…

Yer: Üsküdar Zeynep Kamil Kadın Doğum Hastanesi

Asiye’yi zoraki hastaneye doğuma yetiştiren Metin parayı nasıl ödeyeceğinin derdindeydi. Dişinden tırnağından arttırıp biriktirmiş ama borcu var diye verdiği kardeşi götürüp bir bankerin elinde heder etmişti. Şimdi ortada ne kardeşi vardı ne bankerler. Karısı doğum yapmıştı ama parayı ödemeden ne çocuk gösterilmekteydi ne Asiye taburcu edilmekteydi. Bebek esir edilmiş, hanım esir edilmiş, gün geçtikçe borç da artmakta… El mahkûm tefeciden borç alıp borç batağına girmiş, balya balya senetleri imzalamıştı Metin. Tüm ağırlıklar omuzlarına yüklenmiş, bir tane sadece bir tane dostunun olmamasına o kadar hayıflanmıştı ki… Tüm genişliğine rağmen dünya ona dar gelmişti. Karısıyla çocuğunu o hastaneden çıkarmış ama karısı hastanede bakımsızlıktan dolayı kaptığı bir enfeksiyon yüzünden az bir süre sonra hayata gözlerini yummuştu. Tüm dertlerinin yanına karısını kaybetmekle tek başına evladını büyütmek de eklenmişti. Evlâdının da hayatının çok kolay olacağını sanmıyordu. “Dert ateşi herkeste var yeter ki dik durulsun, ateşe pervane yiğide merdanelik yaraşır.” deyip Merdan koymuştu oğlunun ismini. Bu isimde bulmuştu tüm dertlerine teselliyi.

Aradan birkaç sene geçmiş ki hastanenin hemşirelerinden bazıları hakkında bir soruşturma açılmış. Neticesinde ortaya çıkmış ki bazı çocuklar öldü denilip çocuğu olmayan ailelere satılmış, bazı çocuklar kayıt hatalarından karışmış, bazı çocuklar ise bakımsızlıktan ölmüş. Soruşturma gelmiş Metin’in oğlu Merdan’ı da bulmuş. Bizim çocuk da başka bir aileninkiyle karışmış olmasın mı! Vay sen bak şu Metin’in başına gelene. Adamın adı Metin eyvallah da bu da can mübarek. Bir hastane macerasında evladı mı karışmadı, karısı mı ölmedi, tefecilere mi bulaşmadı… ne gelmedi ki başına garibimin… Neyse kayıt kuyut ortaya çıkarılanda anlamış ki gerçek evlâdı Diyarbakır’da bir ailede. Aileyi bulup meseleyi izah etmiş ama aile Merdan’ın erkek olduğunu duyunca ancak değişmeye razı olmuş. Neden olsa beğenirsin? Meğer büyük bir aşiretin lideri olan bu ailenin sekiz kız çocuğu var ama aşiret liderliğini devam ettirecek bir tek oğulları yok. Karısının doğum vaktine yakın erkek evlat umuduyla en iyi şartlarda doğum yapmasını istemiş ağa. Bu yüzden zamanın en iyi doğum hastanesi Zeynep Kamil’e götürmüş karısını. Gel gör ki hemşirelerin yaramazlığı yüzünden hakiki evlâtları, Merdan’la karışıp gitmiş. Bu sebepten çocuğun erkek olduğunu duyana kadar ketum davranmış, değişmemişler çocuğu. Neler çekmiş garibim Metin… Nihayet çocuğu kimliğiyle beraber getirip teslim etmiş ağaya, kendi çocuğunu da alıp getirmiş İstanbul’a. Derman olan ismini değiştirmiş Merdan diye. Ama ağa pek ilgilenmemiş kendi çocuğunun resmî kimliğiyle. Derman demişler ismine ama kimlikte hiç değişmemişler. Böylelikle her iki çocuk da kimlikte Merdan olarak Metin’in üzerine kayıtlı kalmış. Ne zaman Derman’ın başına bir iş gelse kimlikte babası Metin olduğundan gelip onu bulmuş tâ ki reşit olana kadar…

 

Sekizinci Bölüm

Teypte çalan Hasan Mutlucan kesildikten sonra gözlerini yine aynı yerde açıyorlar. Her yer aynı, yerde birkaç zarf var. Birinin üstünde adı yazıyor. Merdan diyor ki “Ben bu sahneyi biliyorum. Bundan sonra hiç iyi şeyler olmuyor. Hadi eyvallah!” Gitmeye yelteniyor diğeri mâni oluyor. Zarfı açıyorlar.

“Buluşma adresi: Ahmet Hamdi Tampınar Kütüphanesi / Gülhane Parkı”

Merdan soruyor:

  • Allah aşkına ne oluyor?
  • Sakin ol, şuradan bir çıkalım her şeyi öğreneceksin.
  • Bizim istihbarat da amma gelişmiş ha, burada her yerde bulursunuz eyvallah da zaman yolculuğundayken bulunacağım hiç aklıma gelmezdi.
  • Zırvalamayı bırak da dua et dışarıda hayat değişmemiş olsun. Paşayı öldürdün mü?
  • Ne bileyim vurdum galiba ama bilmiyorum, o anın şokuyla bakmadan kaçtım.
  • Sen aklını peynir ekmekle mi yedin! Edebiyat öğretmenisin ve birini öldürmen söyleniyor. Sen de bu işlerle alakalı olabilecek son kişi olarak hiç düşünmeden kabul mü ediyorsun?
  • Önce zaman yolculuğu yaptırıp sonra da istediklerini yaptığı için azar çekmek de MİT’in âdeti galiba!
  • Seni biz göndermedik boş boş konuşma. Zaman tünelini nasıl buldun?
  • Valla sabah atanma umuduyla uyandım, sonra birisi telgraf getirdi. Ben de adıma yazılmış bir telgraf alınca gittim.
  • Bak şimdi, adım Derman, operasyon şefiyim.İstihbaratımızın çalışmaları sonucu zamanda yolculuk yapabilecek bir teknolojiye ulaştık. Bir deney yapıp 80 darbesini engellemek istedik. Hesap’ta Evreni ben öldürecektim. Fakat maalesef bana gelmesi gereken telgraf karışıklık sonucu sana geldi.
  • Deme yahu!
  • Reyhan Otel’de benim açmam gereken notu sen açınca seni bulmamız çok zor oldu. Ben de Reyhan Otel’in kat görevlisi kılığında bir müddet seni izledim. Şimdi ise Tarih’e Kenan Evren’in katili olarak düştün tebrik ederim.
  • Allah’ım Merdan ne işler açtım başına. İnşallah Kenan Evren ölmemiştir diye dua edeceğim hiç aklıma gelmemişti.

Cemal ve Ahmet kemal-i hayretle birbirlerine bakakaldılar. Bir değil iki kişi gelmişti yanlarına. Adamlarını bulmuşlardı, başka kim olabilirdi ki?… Parola sordular. Merdan boş boş bakarken Derman kapı tokmağı sesini söyleyip durumu kurtardı. Fazla oyalanmadan geçidi kullandılar.Merdan bunların kim olduklarını bilmiyordu ama geçitteki aynayı görünce istemsiz aklına sahaflardaki Aynalı Baba geldi. Sonra geçide atladılar. Zaman tünelinden geçerken hâlâ Hasan Mutlucan “Yine De Şahlanıyor” çalıyordu.

Yine de şahlanıyor amman! Kolbaşının yandım da kır atı!..

Dokuzuncu Bölüm

Dönüş gerçekleşmiş sorunlar sıkıntılar atlatılmıştı. Acaba gelecek nasıl bir yer olmuştu? Neler değişmişti? Geçmişi değiştirmek, bugünü değiştirmek mümkün müydü? Evinden emin olarak ilk varan Cemal oldu. Ev ahalisine duyduğu muhabbetle sarıldı. İşi icabı pek soru sormalardı Cemal’e ev ahalisi. Neticede istihbarat mensubuydu. Pek anlam veremeseler de yıllardır görmemiş gibi sarılmıştı onlara. Hemen sonra telefona sarıldı. İlk işi Musa’yı soruşturmak oldu.

Aynı saatlerde Ahmet de kendi evini karşıdan izliyordu. Acaba içeridekiler onu tanıyacaklar mıydı? Yoksa kapıyı bir yabancıya mı açacaklardı? Belki de bambaşka birileri olacaktı kapıyı açanlar, kimbilirdi ki? Kafası karışmıştı. Herkes hata yapabilir, ama ben ne yaptım diye düşündü kendi kendine?

Merdan ise ilk iş olarak tarih kitaplarını okumaya koyuldu. Bir farklılık olup olmadığını merak ediyordu. Darbe hiç olmasa, kimse ölmez miydi? Partiler ne halde olurdu? Peki ya atama haberleri… daha çok öğretmen atanır mıydı? “Belki de çoktan atandım da haberim bile yok.” diye düşündü kitapları karıştırıp latte’sinden bir yudum alırken.

Cemal umduğunu bulamamıştı. Musa ile akıncılardan çıktığı o gece uyarmıştı onları otobüse binmemeleri için. Onlar da otobüse binmeyip taksi tutmuşlardı. Ama devrilen 25 numaralı körüklü otobüs o sırada yanından geçen taksinin üzerine devrilmiş, yolcularla beraber taksideki bir öğrenci, Musa hayatını kaybetmişti.

Ahmet ise korkuyordu yaptığı şeyin hayatını değiştirmiş olmasından. Tüm biletleri aldığı için Ahmet’in babası o günkü otobüse binememişti. Ama eve döndüğünde komşusunun bir kamyon ile İstanbul’a gideceğini öğrenmiş, onunla yola düşmüştü. İstanbul’a vardığında evladının perişan olduğuna ikna olan babası Ahmet’i evlendirmeye karar vermişti.

Merdan açısından ise değişecek tek şey Evren’in isminin değişik olması idi. Faili meçhul ile öldürülen genel kurmay başkanı Evren’i o gün kimse hatırlamayacaktı bile. Ancak durumlar değişmemiş Evren o gün ölmemişti. Merdan’ınsa adı bile anılmıyordu.

Hikâyenin sonu gelmişti artık. Hayatları çok olağandışı bir şekilde kesişen Derman ile Merdan birbirlerinin kahrını çeken gerçek bir ekip olmuşlardı. Derman, başarılarından dolayı terfi üstüne terfi almış; Merdan ise Ömer Seyfettin hikâyeleri kadar gerçek ve dehşetli günler geçirmesine rağmen hayatına atama bekleyerek devam etmişti.

Sonraki günlerde fakülteye yolu düşen Merdan, Sahaflar Çarşısından geçerken aklına birden Aynalı Baba geldi. Sonra da çok merak ettiği bu zâtı aramak için perşembe akşam namazı sonrası Karagümrük’e gitti. Kime sorduysa bilemedi. Ama tariflerden bir tekkenin yerini öğrendi. Oraya gittiğinde duvarda Aynalı Baba’nın resmi vardı, ümitlendi. Ama vaaz eden irice yapılı, konuştuğu adama demir gibi sert gelen, lafını esirgemeyen, hârâbâtî meşrep başka birisiydi. Sesi yine aynalı baba gibi toktu. Diyordu ki cemaate doğru:

“Ne geçmiş değişir ne gelecek. Sen anın vacibine bak!

İnsan kendini görmek için aynaya bakar. Hangi aynaya baktığınıza dikkat edin.

Sonra hoca cemaatin arasından doğrudan Merdan’ın gözlerinin içine bakarak dedi ki:

Ey ayna nerede kaldın! Şeyhim bekledi gelmedin. Biz kocadık yeni geldin, hoş geldin.

Ya gel, ol ve git

Ya git, ol ve gel!”

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.