Sarhoşu Sallamak-2

Sarhoşu Sallamak-2

Günlerden bir gün bir arkadaşının nikâh merasiminde vermek üzere bir altın almak için Yahudi arkadaşı Tatyos Efendi ile mahalledeki kuyumcuya girmişler. Girer girmez arkadaşı kasiyer kadına bakarak göz alıcılığından ve onun vitrinde sergilenen pırlantalara kıymet veren bir güzelliği sahip olduğundan bahsetmiş. Ve şöyle demiş:

  • Bugün bu dükkândan alacağım şey ne olursa olsun sizi gördükten sonra bir kıymeti harbiyesi olmayacak. Bana hangi ürünü satabilirseniz aynısından bir tane de size hediye etmeme müsaade edin.

 Dükkândan çıktıklarında bu duruma şaşıran Beyoğlu arkadaşına:

  • Ben senelerdir bu kuyumcuya uğrarım ama kasiyer kadın hiç dikkatimi çekmemişti. İlanı aşk edeceksin galiba yakında?
  • Hayır, Beyoğlu siz Müslümanlar anlamazsınız bu ticaretten. Eğer birisini yeterince sarhoş edebilirsen artık onu sallayabilirsin.
  • İyi ama bırak indirim yaptırmayı, iki katını ödemiş oldun!
  • A benim saf arkadaşım. Nereden bileceksin ki? Biz Yahudi tüccarlar kaz gelecek yerden tavuk esirgemeyiz. Tek atımlık kurşunumu tek bir altın için harcamam ben. Benim biraderimle beraber bu mahallede toplam yedi tane kuyumcu dükkânı var.
  • Ee niye kendi dükkânınızdan…
  • Dur lafı kesme birader! Şöyle ki hepimiz ayrı kuyumcularız ama altını toptan aldığımız tek bir maden şirketi var. İşte bu kız şirket patronunun kızıdır. Yalnız Cuma günleri bu dükkânda durur, diğer günler şirkettedir. Ben bugün bu kıza indirim yaptırsaydım hem elle tutulur bir kâr elde edemezdim hem de kız durumu anlar bir daha da aynı tuzağa düşmezdi. Çünkü siz Müslümanları bir delikten iki defa sokmak çok kolay değil. Ama şimdi ben bu kızı övgü şarabına müptela ettim. Artık ona bunu vermeyen herkese arsızlık edecek. Ve toptan altın almaya gittiğimizde beni biraderimin yanında görünce onu sözlerimle tekrar sarhoş edeceğim ve çok daha büyük bir kâr elde edeceğiz.
  • Vallahi, dedi Beyoğlu, sizden korkulur. Siz Yahudiler için para mevzubahis olunca gerçekten anlaşılmaz oluyorsunuz. Sizin kadar mala tamah eden başka bir millet var mıdır bilmem…

Böyle söylemişti ama bir yandan da aklında bir ışık yanmıştı. Yoksa bulmuş muydu?

◊◊◊

Cemal Bey’in vefatının 7. seneyi devriyesi neredeyse dolacaktı, Beyoğlu zekâ ve hamiyette annesi gibi, saf ve temizlikte babası gibi, usul, karizma ve giyim-kuşam veçhesinde dedesi gibiydi artık. Babasının başını yakan siyasiler; efkârı ve doğru sözlülüğü yüzünden onunla da uğraşıyorlardı. Yazdığı yazılardan başkaca bir geliri olmayan Beyoğlu iyiden iyiye borçlanmıştı. Hayatını idame için kullandığı yazıhanesine icra gelmesi an meselesiydi. Eğer o da elden giderse neyi kalacaktı ki?

Bu ıstırap içinde kıvranırken oturduğu semtte en sevdiği bir kafeye giderek alafranga usulünde ve fakat hem ceddi, hem efkârı, hem de manzarası serapa Osmanlı olarak oturup tefekkür ederdi. Öyle büyüleyiciydi ki bu manzara, acaba dünyanın neresinde hem Anadolu hem de Avrupa tek nazara sığabilirdi. Şüphe yok ki bu lezzeti almak için Beyoğlu’na gelmekten başka bir yol yoktu. Bu manzaranın bizim Beyoğlu Fatih için önemi ve ilhâmâtı daha büyüktü. Çünkü kafasını şöyle bir kaldırdığında doğrudan camilerle bezeli bir ufuk görüyordu. Yokuşunda hamallar, manifaturacılar, dilenciler… sahilinde, köprüsünde balıkçılar vardı. Hepsi bir telaş içinde rızıklarını aramaktaydılar ama inanın o kadar zevk vericiydi ki bu manzara, olanca karmaşasına rağmen kuşların akşam dansı kadar ihtişamlıydı gören gözlere. Öyle ki karşısında duran, sahilinden her bir tepesine kadar “Biz İslam’ız” diye bağıran bir Fatih’ti.

Can sıkıcı olanı ise oturduğu yerin Beyoğlu olmasıydı. Fatih’i bu kadar severken içten içe Beyoğlu’na aşık olmak ona garip bir iç burukluğu veriyordu. Böyle yaparak Fatih’i üzdüğünü dahası aldattığını düşündüren rahatsız edici bir hisle doluyordu aklı. Gönlü sıkışıyor ve annesinin onu nasıl yetiştirmek isteyeceğini düşünüyordu. Belki de yetiştiği fena ortama rağmen onu istikrarlı kılan buydu: yanlış bir yerde olması hatta biraz da ona karşı istek duymasına karşın hep doğru yerden biri gibi yaşamayı umması… Belki hayat da hep böyleydi havf ve reca halinde olabilmekti. Her zaman korkusunu ve ümidini aynı yürekte taşımaktı. Her şeyi tükenmiş, yazıhanesine bile el konulmak üzereydi. Onu gıptayla izleyen, konuşmalarına hayran olan nice insan onun için şimdi ne yapabilirdi ki?

Aslında dedesinden kalma bir konağı da vardı sözde ama şirret şehremini kâtibi yüzünden konağın tapusunun miras işlemleri bir türlü gerçekleşemiyordu. Daha bir kez bile tapusuna ve vasiyetnameye bakılmadığı halde yaramaz adam tutturmuş ‘orası imar yapılanmasına aykırıdır’ diye bir lakırdı yedi senedir sakız gibi çiğniyordu. Ne yapılsa çözülememiş, birkaç araştırmadan sonra şehremini vekilinin bu konakta gözü olduğu ve yıkılacak bahanesiyle yok fiyatına almaya uğraştığı ortaya çıkmıştı. Bu iş olsa olsa şehreminlikte çözülürdü ama şehremini de vekil tarafından imara aykırı yapılanma olduğu konusunda inandırılmıştı. Yine de konuşmakta bir fayda vardı. Bu onun son umuduydu. Bugüne kadarki tecrübeleriyle bir şeyler yapmalıydı. Beyoğlu ne yaptı ne etti şehremini ile görüşmeyi ayarlayabildi. Ve tabi diğer her şeyi de…

◊◊◊

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.