Kudüs Günlüğü II

Kudüs, yalnızlığa mahkûm ettiğimiz mübarek şehir… Her daim gündemimizde tutmamız gereken, acısına ortak olmamız öğretilen, ama gidip sokaklarında dolaşmanın tehlikeli olduğuna inandığımız mübarek topraklar…
İstanbul ile yeni tanıştığım ve gurbetinde verdiği yorgunlukla beraber bir tavsiye üzerine katıldığımız programda, yedi yüz kişilik çekilişten Kudüs ziyareti çıkması şoku, kalp masajı şoku ile eş değerdi benim için. İki ay bekleme süresinden sonra kendimi mübarek topraklarda buldum. İlk kalp sızımı, havada asılı kara bir leke gibi duran İsrail bayraklarında yaşadım. Filistin’in işgal altında olduğunu bilmekle şahit olmak, ilmen yakin ile hakk’âl yakin arasındaki fark gibiydi benim için.
Sabırsızca bir sabah namazı bekleyişi başlamıştı. Adım adım Aksa’ya yürüyordum. Askerleri tam teçhizatlı bir şekilde Beyt’ül Makdis’in kapılarında nöbet tutarken görünce korkacağımı zannetmiştim ama o an öfkeden aklıma bile gelmedi korkmak. Lanetlenmiş bir kavme karşı olan iç bulantım ile onlara inadına Beyt’ül Makdis diyerek girdim Aksa’ya… Sancılı bir girişten sonra artık Aksa’nın içindeydim. Kalbimde kuşlar uçuşuyordu. Miraca odaklamıştım kendimi. Karşıma aniden Kubbetüs Sahra çıkıverdi. Subhanallah, ne muhteşemdi! O an Aksa’nın içinde her şeyi unutmuş, heybeti ile büyülenerek havasında kaybolmuştum. Kıble Mescidi’ne doğru namazımızı eda etmek için ilerliyorduk. Aksa’nın haremi çok genişti. Öyle bizim bildiğimiz gibi sadece Kubbetüs Sahra’dan oluşmuyordu Aksa! Esasen bir külliye idi. İçinde beş mescid barındıran Kubbetüs Sahra; Kıble Mescidi, Mescid-i Kadim, Mervan Mescidi ve Burak Mescidi’nden oluşan bir bütünün hepsiydi Beyt’ül Makdis. Müslümanların ilk kıblesi…
Rehberimiz bizi sırf Mübarek Mescidimizin saflarını doldurmak için bir saat yol yürüyerek gelen küçük mücahidler ile tanıştırdı. O zaman dedim ki “eyvah çocuklarını sabah namazına kaldırmayan ebeveynlere.” Nasıl bir vebalin altına girdiklerini keşke bilselerdi. O küçük çocukların Aksa’ya birer nefer olduklarına şahit olmak ağır gelmişti bana. Bu yükü nasıl kaldıracağımın derinliklerine dalmıştım. Tâ ki rehberimiz bizi çağırana kadar…
Muhteşem bir sabah namazından sonra Kadim Kudüs’ün (Padişahımız Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaptırılan surların içerisinde kalan kısımdır Kadim Kudüs) her yerini adım adım gezmeye başladık. Silvan yani Müslüman, Hıristiyan, Ermeni ve Yahudi mahallesinden oluşuyordu. Yürürken dikkatimi çeken en önemli şeylerden birisi, Ermeni mahallesinin duvarlarında paylaştırılmış olarak asılı duran Türkiye haritaları idi. Ele geçirdikleri zaman verecekleri isimleri bile belirlenmişti.
Herkesin gözü kulağı bizde. Ümmetin umudu, kâfirlerin ise yıkılması gereken hedef noktasıyız. Kâfirler hedeflerine ulaşabilmek için karar ve gayretin doruk noktasında iken, bakışları üzerine toplayan bizler, gaflet uykusundan uyanmamak için yeminliyiz sanki!
Kadim Kudüs’ü adım adım gezerken işgalin bir toprak parçasından ibaret olmadığını, Müslümanların ölüsünde, zincir ağaçlarında, soludukları havalarda bile izler taşıdığını görmüştüm. Aksa’nın hemen yanında bulunan Yusufiye mezarlığının yanından geçerken, bir siyonist’in oraya gidip tuvalet ihtiyacını giderdiğini görmek dağladı kalbimi. Dedim ki; Allah Rızası için hiç bu kadar kin taşımadım, ama şu siyonistler Müslümanların ölüsünden bile nasıl bu kadar nefret edebiliyorlar…