Ortaçağ Karanlığından(!) Çağdaş Karanlığına

Ortaçağ Karanlığından(!) Çağdaş Karanlığına

Deneme türündeki ilk yazım olacak olan bu satırların konusunu uzun zamandır tahayyül etmekteyim. Aslında bunu düşünmeme bir takım sorular neden oldu: “Ortaçağda gerçekleşen veya gerçekleşenler neydi ki karanlık olmasına neden oldu? Gerçekten karanlıkta olanlar kimlerdi; Müslümanlar mı, Avrupalılar mı?” vb.

rular gerçekten çokça yazılabilir; fakat şu an bu soruların cevabına yoğunlaşalım. Evet, mutlaka bir şeyler olmuştu ki ortaçağ karanlık olarak isimlendirilmişti. Bunlar nelerdi? Yükselmekte olan İslam medeniyetinde bilime ve edebiyata destek olmayanların zengin olamaması mı, IX. yy’de yalnızca Bağdat’ta 100’den fazla kütüphane sayılması mı, Halifelerin halkla beraber Aristo ve Platon’un fikirleri hakkında tartışması mı; yoksa bunlara karşın Avrupa’daki aristokratların okuma yazma bilmemekle övünmesi mi, engizisyon mahkemelerince birçok bilim adamının işkenceye maruz bırakılması mı?
İslam medeniyeti doğuşuyla daha 100 yıl içinde, gelmiş geçmiş en büyük etkiyi göstererek Avrupa’nın orta yeri Paris’teydi. (732 Puvatya Savaşı) Aynı zamanda doğuda da neredeyse Hindistan sınırında idiler.

Bu yönüyle İslam mükemmel olmakla birlikte Halife Harun Reşid’in Fransa kralına armağan ettiği bir saatten de söz etmek mümkündü. (Elbette ki kum saati değil, bir duvar saatiydi.) Yani teknolojide de ileri bir düzeydeydiler.

Ayrıca skolâstik düşünceyle her türlü kısıtlamaya maruz kalan Avrupalı; Toledo, Kurtuba ve Sevilla’daki İslam üniversitelerinde (bunları arasında Avrupa’da ilk defa kurulan en son teknolojideki tıp fakülteleri de vardı) eğitim görmek için akın ediyordu. Ve sadece bir kaçının şu anki modern bilime temel teşkil ettiği, Endülüs kütüphanelerindeki milyonlarca kitabı yok etmek, tavandan avizeyi indirip mum ışığına dönmek değil de nedir? Tabi ki yalnızca Endülüs’te yaşanmadı bu durum. Kastilya- Aragon müttefik güçleri medeniyeti tahrip etmeden birkaç yüzyıl önce İlhanlı devletinin Moğol hükümdarı Hülagu (1258’de) Bağdat’ı işgal etmiş ve dünyanın şu ana kadar gördüğü en büyük katliamını gerçekleştirmiştir. Sadece Bağdat’ta o gün 2 milyondan fazla insanın yaşadığı düşünülmekte. İşte Hülagu’nun katliamı yalnızca 2 milyon kişiyi değil daha bizim doğmamış çocuklarımızı bile etkileyecek büyüklükteydi. Bağdat’ta bilim adına ne varsa harap etmiş, yüzden fazla kütüphanedeki milyonlarca yazma eseri (ne yazık ki matbaa kullanılmadığı için hemen her kitap tek nüsha idi) yaktırmış, ırmaklara attırmıştı. Hatta Dicle nehrinin günlerce mürekkep aktığı da rivayet edilir.

Edebiyatta da bir takım etkileşimlerden söz etmek mümkün. Örneğin; “Don Kişot hakkındaki fikir aslında Arap kaynaklıdır. (Cervantes uzun zaman Cezayir’de esir olarak yaşamış kendisi de bu eserini ilk olarak Arapça yazdığını söylemiştir.) Tıpkı Daniel Defoe’nin Robinson Cruso adlı eserinin Arap felsefe yazarı İbn Tufeyl’in Hayy İbn Yekzan eserinden ilham alması gibi…Bütün bunlardan sonra “1965 yılında yayınlanan İtalya Gazetesi ‘Corriere Della Sera’ bir haberini nakletmekte zorlanıyorum çünkü neredeyse inanılmaz bir şeydir:

“Paris’teki evlerin yüzde 66’sı ve eğer sadece şehir merkezi hakkında konuşacak olursak o zaman evlerin tam tamıma yüzde 80’inin banyosu yoktur. Paris nüfusunun yüzde 10’nu Voltaire’nin ‘Bütün Parislilerin su şebekesine kavuşmalı’ dileğinin gerçekleşmesini beklemektedir.” Yaşadığımız 2011 yılında ise, Müslüman aileler hariç, Avrupa’nın hiçbir tuvaletinde taharetlenmeye yarayacak herhangi bir araç veya su sağlayan bir şey yok; varsa da son derece kısıtlı. Bu mevzu Müslümanlarda ise gayet net: Temizlik imandandır. 21. yy ABD’ sinin New York’unun her an hızsızlık, cinayet, tecavüz olaylarının olduğu Harlem mahallesini de saymıyorum bile. İslam’ın bu konudaki örnekliği ise takdir’e şayan olmakla beraber aslında olması gerekendir. Yani Müslümanlar ileri değil bir insanın olması gerektiği gibidir. Tam aksine Avrupa olması gerekenden çok geridir. Misal olarak Saraybosna, su şebekesine Viyana’dan 378, Londra’dan 148 yıl evvel kavuşmuştur.  Bugüne kadar yapılan hamamları, çeşmeleri, abdesthaneleri de buna dâhil etmiyorum.

Bu çağın karanlığını oluşturan; devleti kendi için kullanan Hüsnü Mübarek ile, Muammer Kaddafi ile, Zeynelabidin Bin Ali ile; TV. kanalları olan, Milan takımının sahibi olan ve sonunda da yönetemediği başbakanlıktan istifa eden Silvio Berlusconi’nin, AB’yi yıllarca kandıran ve sonunda işleri eline yüzüne bulaştıran Yorgo Papandreu’nun ne farkı var ki? Bunlar bir tarafa; yaptıkları nükleer silahları gariban halkların üzerine atom bombası olarak, fosfor bombası olarak atan; yeni silahlarını gene gariban halkların üzerinde deneyen ve ‘nerde petrol orada kargaşa’ politikası izleyen ABD, İsrail, İngiltere, Fransa dünyaya ışık mı saçıyor, medeniyet mi saçıyor? Şu halde bir sorum daha var: Dünya ortaçağ İslam medeniyetinin talanından sonra gerçekten bilimi kullanmakta çok mu ilerlemiş, Osmanlı’dan sonra medeniyeti yaymakta çok mu yol alabilmiş? Daha doğrusu karanlık çağdan resmen çıkabilmiş mi?

Tabiî ki bütün bunlar bizi yanıltmamalı. İslam’ın var olduğu(?) ülkelerin de durumu perişandır. Daha kendinin farkına varamayan bir gençliği nasıl uyandıracağımızı düşünmek zorundayız. Bu uyanışı İslam’ın kendi yöntemleriyle (Kur’an ve sünnet ışığında) yapmalıyız. ABD’nin, İngiltere’nin, Fransa’nın emperyal yöntemleriyle, kan dökerek değil. Ne yazık ki tarih sayfalarına yalan yanlış geçecek olaylar önümüzden akıp gidiyor. Torunlarımız bütün bu olanları yanlış öğrenecekler ve bizler bunları yaşamış birileri olarak elimiz kolumuz bağlı oturacağız, tabi ki acilen bir şeyler yapamazsak. Düşünsenize bir 2100 yılında tarih kitaplarında: “21. asrın başlarında çağdaş ve modern ülke ABD sayesinde bedevi Arap halkların(!) demokratik uyanışı gerçekleşti. Bu olay da Arap Baharı olarak isimlendirildi…” ne bahar ama değil mi? gerçekten insanı üzmeye yetiyor da artıyor bile. Kendi uyanışımızı kendimiz yapmadığımız sürece ortaçağın karanlığının parlayan güneşi İslam, yalnızca hayallerimizi süsleyecektir. Bunun tek yöntemi olan ve her türlü izm’lere dur diyecek güç İslam’da mevcuttur. Dinimizi zahirî şekilde yaşamayı bırakıp ona sımsıkı bağlandığımızda ve kimlik Müslüman’ı olmayı bıraktığımızda sorun kendiliğinden çözülecektir. Bu konuda herbirimize sorumluluklar düşüyor.

Unutmayalım: “Kötülerin faaliyeti, iyilerin tembelliğindendir.” Uyanışımız bağımsız oluyoruz diye başıboş dolaşan insanlar türetmemeli. Gerçek manada özgür bireyler yetiştirmeli; sanatta bilimde ve vicdanda.

Şehid MalcolmX’ in de dediği gibi: ” Tüm uyuyanları uyandırmaya tek bir uyanık yeter.”

Enes BELADA (İ.Ü. Hukuk Fakültesi 3. Sınıf Öğrencisi)

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.