Düşü Olmayanın İşi Olmaz

Saygıdeğer İlkadım Okurları,
Lütfen, bu yazı denemesini sabah namazını cemaatle birlikte eda ettikten sonra, aç karına okumanızı tavsiye ediyorum.
Hanım Sultan Mescidi’nde değil yalnız!…
Çünkü arifler böyle diyor: “Açlıkta hikmet, toklukta gaflet vardır.” Bedenin hekimleri, çoğu defa reçetelerinde yazdıkları ilaçların yemekten önce alınmasını tenbih ediyor. Gönül tabipleri de, sohbetlerin seher ya da sabah vaktinde olmasına özen gösteriyor.
Öyle ya; güneş ışığında yazılan çizilenle, gecenin zifiri karanlığında kaleme alınan makaleler aynı tesiri gösteremez.
Aslında eğer ve keşke ile başlayan ifadelerden hoşlanmam. Zira “Eğer kelimesini kalbinde nifak hastalığı bulunan münafıklar çok kullanır, keşke kelimesi de şeytanın lügatinde yazılıdır.” diyor Mevlana Celaleddin-i Rumi (ks).
Amma velâkin, İlkadım Mektebinden okuyucular adına gelen bir soruya cevap vermem isteniyor. “Şayet bizler 21 asırda yaşayan bir müslüman olarak Peygamber Efendimiz’le muasır olsaydık, aynı şehrin mahallesindeki bir sokakta birlikte yaşasaydık, ikamet ettiğimiz cadde ve çarşıdaki tavır ve hareketlerimiz nasıl olurdu? Kur’an ve sünnetten uzak bir yaşantımızla Efendimiz’e nasıl bir yüzle bakardık?”
Hayal gücümü zorladım. Şairlerin sultanı merhum Necip Fazıl Kısakürek’in “kaldırımlar” şiiri aklıma geldi birden:
Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum…
…derken dalmışım. Uçaktayım… Almanya’dan İstanbul’a oradan da Konya üzerinden Nevşehir’e gelirken bir kervan görüyorum; önlerinde Ya’fur rehberlik yapıyordu. Belki de Denizli’de düzenlenen Cemel güreşlerinden geliyorlardı.
Aksaray’da verilen bir moladan sonra çölün kokar yakıtlı ve yedek tanklı mercedesleri, Kasva eşliğinde ve tarihi ipek yolu istikametinde ilerliyorlardı. Alayhan geçilmiş, Derinkuyu sapada kalmış, Acıgöl kurumuş, develer yorulmuştu. O esnada, Nevşehir girişindeki bağımsızlık alameti ve şehitlerin son örtüsü alsancaklar görünmeye başladı. Lakin develer parktaki sıra sıra heykelleri görünce ürktüler, fincancı katırlarını da ürkütmüşlerdi.
Sanki Lat, Menat, Hübel ve Uzza onlardan önce gelmişlerdi bu şehre, aralarında bir Salif eksikti. Sanırım Salih (As)’in Na’ka’sı da katarın çıngırağını boynunda taşıyordu. Şaşkınlıklarını gidermek üzere şehrin girişinin sağ cenahında bulunan Tüfekçi Hamdi Camii’ni görünce secdeye kapandılar. “Elhamdülillah müslüman bir memlekete geldik.” diyerek şükrediyorlar ve toprağı öpüyorlardı.
Kaldırım Mezarlığı’ndaki Muşkara’nın kadim yerlilerine selam verip yola revan oldular. Günlerden Cuma ve öğle vakti gelmiş, minareler şehrinden Medine’ye uzanan salatü selam sesleri yükseliyordu semalara. Müezzin efendiler: “Es salatü ves selamü aleyke ya Rasulallah” dedikce Kasva ağlamaya baslamış ve kendinden geçmişti. Allah Allah, bu beldede Rasulullah’ın adı-sanı nerden duyulmuştu? Kolay değil, arada mesafe olarak takriben 3000 km’lik bir yol, zaman olarak da 15 asırlık bir dehliz vardı. Girişte gördükleri Kasva’yı çok üzmüş, lakin Hicaz makamında okunan ezanlardan sonra sevincinden oynamaya baslamıştı. Mâzin Ahmed “La ilahe illallah” der demez bütün kervan oldukları yere ıhtı.
Eşref-i saatten sonra yola koyuldular.
Yeni Oto Galericiler Sitesi’nde bir camiye ismi verilen merhum Hacı Kurra Efendi’yi Medine’den tanıdılar “bir zamanlar Darul Hadis vel Kıraat’de müderrislik yapmış değerli bir hocaydı” diyorlardı.
Lale Sanayi’den gelen çekiç sesleri, onlar için çölün ortasında yapılan bir düğündeki cümbüş niteliğindeydi. Ümmet-i Muhammed çalışıyor, muhannete muhtaç olmamak ve zalimin ateşinde ısınmamak için, evlerine helalinden ekmek getirmek uğruna gayret gösteriyorlardı. Bunu Organize Bölgesi’nden geçerken de anlamışlardı. Suriye’li kardeşlerine topladıkları gıda, erzak, giyim ve ilaç malzemesi dolu TIR’lar yardım konvoyunda emir bekliyordu.
Otogar dinlenme tesislerindeki asker uğurlama törenlerine şahit olan erkek develer halaya katıldılar, elleri kınalı askerler develer üzerinde hatıra fotoğrafları çektirdiler ve peygamber ocağına uğurlandılar.
TOKİ-2 hizasına geldiklerinde fil-misal bedevî çobanlarının saray gibi evlerde oturduklarını görünce, toprağa secde eden sahabileri hatırladılar. “Eğer onlar bu zamanda yaşasalardı hepsini küfürle itham ederler, bunlar da o dönemde yaşasalardı hepsine deli derlerdi” diye hayıflandılar.
İmam Hatip Lisesi önüne gelince Suffe Ashabı’nı hatırladılar. Kongre Merkezi’nde kâinatın efendisini anıyorlar, Kutlu Doğum Haftası’nda Vesilet ün Necat’ı ilahiler ve kasideler eşliğinde mışk ediyorlar, O’nun tebliğ ettiği Din-i Mübin-i İslam’ı ayet ve hadisler ışığında gelecek nesillere aktarıyorlardı. Dinlediler, sevindiler, çıkışta çoğunun kebair ehli olduğunu sezdiler, amma “Şefaatî li ehlil kebairi min ümmeti” hadisini okuyarak susmayı tercih ettiler.
Nevşehir’e gelmişken kalesini de ziyaret edelim dediler, şehri kuşbakışı süzdüler, 50 kadar minare saydılar elif misali, amma Ecyad Kalesi’ne dönmüş kalenin çevresindeki atıl haldeki camileri görünce cemaatleri adına üzüldüler ve kinlendiler. Aceba bu camiler birer Mescid-i Dirar mı diye sorup soruşturdular. Şehrin en eski mabedleri Kaya ve Kara Camileri Kentsel dönüşüm adına manevi bir yıkıma uğramışlar, şimdilerde suyu kesilmiş Habil’in değirmenlerine benziyorlardı.
Kervan ilerliyor ve etrafı seyrediyorlardı. Burası Mekke ve Medine sokaklarına pek benzemiyordu. Mısır çarşısı, Bağdat caddesi ve Şam sokakları gibi de değildi. Atatürk Bulvarı’nın iki kenarında yarı çıplak hurma(!) dalları vardı. Hayrat dut gibi ortalıkta yeşerip duruyorlardı.
Pazar yerine uğrak verdiler. Elleri toprakla nasırlaşmış, alınterleri alınlarına nur olarak yansımış çiftçileri gördüler, yeşillik boldu. Zira burası bereket duaları ile açılmıştı. Yalnız kavunu bilemediler. Yaş cevizi erik diye gevdiler. Bundan maada GDO’lu adamlar ve ürünlerden uzak durmaya özen gösterdiler.
Osmanlı Caddesi’nde ilerlerken bir mektep levhası gördüler: İlkadım.
Fetret devrinde kendilerini Allah’ın rızasına adamış gönül ehli zeki insanlar sohbet ediyorlar, Enderun Vakfı ile birlikte saraya gidecek şehzadeleri eğitiyorlardı.
Oradan Ali Bey Cami önünde ikindi namazından sonra nümayiş yapan gençler: “Biz bu devleti sokakta bulmadık. Otuz kupona satın almadık” diye bağırıyorlardı. Belli ki, İslam’ın son kalesinin düşmesini istemiyorlardı.
Meteris’ten Gülbahçe’ye oradan da İbrahim Paşa merhumun yadigârı Kurşunlu Camii’ne giderken ana cadde üzerinde rastladıkları onca banka şubelerini görünce faiz ve tefeciliğin bu kadar yaygın olduğu bu beldede müslüman olarak yaşamanın çok zor bir mücadele ile mümkün olduğunu anladılar. Zira pireyi deve yapanlar ve deveyi hatabıyla yutanlar devlet erkânını bile tehdit ediyordu.
Kırcıoğlu Kahvesi’nin açık penceresinden dışarı çıkan sigara, nargile ve tömbeki dumanlarından rahatsız oldular. “Galiba burada bir kavme azap ediliyor.” diye korktular, pergelleri açarak adımlarını hızlandırdılar. Sanki içerde yaş ağaç yaprakları ile kış günü tandır ekmeği yapılıyordu. Hasan Paşa’nın inşa ettirdiği Doyduk Şelalesi’nin üst çaydanlığından hörgüçlerini doldurdular, yakıt ikmali de pazar yerinde yapılmıştı zaten. Gayet memnun, biraz da mey’us bir şekilde Belediye karşısındaki tarihi hana sığındılar. Güneş batmış ve hava kararmıştı ki; Naci Hoca çoktan akşam ezanını okudu.
Camii Kebir’e akşam namazını kılmak için gelen cemaatin, külliyedeki mevcut hamamın tellakı, bir kaç esnaf ve mahalle sakininden ibaret oldukları ayak seslerinden belliydi.
“Sabah ola hayrola.” dediler ve “saat on yatağa kon” diyerek istirahata çekildiler.
Damat İbrahim Paşa’nın konağında misafir oldular.
Dikkat!…
Bu rüyada anlatılan hikâye tamamen bir hayal ürünüdür. Taklidinden sakının. Rüyayı gören kadar yoran da sorumludur. Allah rüyalarımızı hayra tebdil eylesin.
Allah’a emanet olun.