Diploma

Allah’a ne kadar hamdetse kifayet etmezdi. Üç kız çocuğundan sonra bir erkek evladı olması onun için ayrı bir nimetti. Allah’ın kendisine üç kız evladı bağışlamasına yakınlarından gelen cahilane yorumlara aldırmadan hep sevinmişti. Ona göre cinsiyeti ne olursa olsun çocuk cennet kokusuydu. Çocuk sahibi olmak dünyalık nimetlerin en önemlisi idi. Her doğumda, çocuğun erkek mi, kız mı olmasından ziyade çocukların sağ salim doğup doğmadığını merak etmişti. Kızlarının ilk ağıt seslerini çok sevmişti. Çünkü ilk ağıt aslında bir isyandı. Şirke, haksızlıklara, kulla kulluğa bir başkaldırının sesli ifadesi idi. Dünyaya teşrif ederken bağırmak, kötülüklere karşı bir savaş ilanı idi sanki. Çocuklarının doğuşunda duyduğu ilk ağlama sesi onu rahatlatmış, heyecanını tarif edilemez bir sevince dönüştürmüştü. Kendisine “kızın oldu, müjdemi isterim” diyen ebeye, “çocuk nasıl, anne nasıl, sağlıklıdırlar inşallah” dedikten sonra müjdelik hediyesini vermeyi adet edinmişti. Aldığı terbiye gereği kız yetiştirmenin zahmetli, lakin faziletli olduğunu zaten biliyordu. Bu sebeple kızları ile gurur duyarak hayatını sürdürüyordu. Hiç bir zaman da bir erkek evladın eksikliğini hissetmemişti. Aynı fikirde olduğu için eşine de hep teşekkür ederdi.
Yıllar yılı kafasına taktığı meseleler, bir erkek evladının olması arzusuna yol açıyordu. Evet, bir erkek evladının olması İslâmî ilimlerin gelecek nesillere aktarılması bakımından hiç de fena olmazdı. Yaşadığı asırda bu yükü daha ziyade erkekler taşıyordu. Örneğin kendisi hafızlığını rahmetli babasında tamamladıktan sonra, medrese tahsili yapmış ve devrin meşhur hocalarından ek dersler almıştı. Tahsil durumunu anlatmayı sevmez; dostlarından nadiren tahsil durumlarını ballandıra ballandıra anlatanlara rastladığında, riyanın felaketlerinden, kibrin afetlerinden ve tevazunun lüzumundan bahsederek çıkışırdı. Onlara İslâm’ın öngördüğü âlim tipini uzun uzadıya anlatır ve Allah’tan en çok korkması gerekenlerin sıradan insanlar gibi basit şeylerle övünemeyeceğine vurgu yapardı. O’na göre insanın ne okuduğunun önemi yoktu. Okuduğunun kime ne faydası var, daha çok o önemli idi. Hem, bin yıllık tarih sürecinde nice âlimler yazdıkları dünya çapındaki eserlerine, riyaya karışır ve eserin feyzi bereketi yok olur endişesi ile isimlerini bile yazmamışlardı.
Bütün bunları düşünürken, diğer taraftan yaşadığı asırda geleneksel âlim tipinin artık yok olmaya yüz tuttuğunu üzülerek müşahede ediyordu. Zaman zaman bu âlimlerin ortadan kalkması ile cahillerin bunların mevkilerine geçerek halkı yoldan çıkaracaklarına işaret eden hadisleri düşünür ve bildiği ile amel etmeyen, öğrendikleri ile farklılık arzulayan âlimlerden insanları sakındırmaya çaba harcardı. Deruhte etmeye çalıştığı vaizlik görevini de bu saiklerle devam ettirmeye çalışıyor ve Ümmet-i Muhammed’in enaniyet hastalığına yakalanmaması için rabbine dua ediyordu. Bu düşüncelerinin hayata geçme imkânını elde etmek için kız çocuklarının varlığı yeterli olmuyordu. İşte kendi kız kardeşleri! Sırası gelen evlenip yuvadan uçup gitmişti. Tabi ki kızların vazifeleri de savunduğu ilkelerin bir nebze hayat bulmasına yardımcı olabilirdi. Lakin toplumu değiştirecek ilimleri öğrenmek erkekler için daha kolaydı. Bir de önderlik yapabilme istidadı kadınlara oranla erkelerde daha fazla idi. Hakikaten iyi eğitilecek bir erkek evladının olması onun için dört hayırlı evlada sahip olmak anlamına gelecekti.
Yine o, yüzyıllardır aktarıla gelen ilmi ve içtimai geleneklerin gelecek nesillere sahih bir metotla aktarılması gerektiğine inanıyordu. Bu konuda elinden geldiği kadar anlatıyor, yazıp çiziyordu. Dahası o, kadim İslâm geleneğini gelecek nesillere aktarmayı üzerine borç biliyordu. Bu işin zorluğunu bittecrübe müşahede ettiğinden, nefsinin kölesi olmamış; paraya pula, şöhrete değer vermeyen, muhakemesi ve anlatım tarzı güçlü âlimlere ihtiyaç olduğuna kani idi. Velâkin, âlim yetiştirme işi oldukça zor bir hal almıştı. Medreseler kapatılmış, ilim geleneği tükenmeye yüz tutmuştu. Bu arada resmi ideolojinin telkinleri sayesinde, zaten birkaç yüz yıl önce oluşmaya başlayan Batılılaşma damarı iyice kabarmaya başlamış ve insanlarda Batı hayranlığı ayyuka çıkmaya başlamıştı. Bir taraftan da kendisi gibi düşünen kişilerin gayretleri ile batı düşüncesine bir set oluşturabilmek için İmam-hatip Liseleri ve İlahiyat fakülteleri açılmıştı.
Hah işte! Bu okullar kendisini yıllardan sonra biraz olsun cesaretlendiriyordu. Bir erkek evladı olursa, onu bu okullarda okutarak zihninde biçtiği gömleği ona giydirebilecekti. Onu hem ailenin birkaç göbektir süregelen hafızlık geleneğini sürdürebilecek bir fert, hem de ilmi ile amil, toplumun tefessüh etmesine dur diyebilecek donanımlara sahip bir âlim olarak yetiştirebilirdi. Allah var, bir erkek çocuğu isterken bu duygularla dua ettiğini eşi de biliyordu. Zaman zaman eşi ile bu konuları konuşur ve beraberce dua ederlerdi. Ve Allah dualarını kabul etmiş, onlara nur topu gibi bir erkek çocuğu bağışlamıştı.
Çocuğun güzel güzel ağlaması üzerine, oğlunun uykulu yüzünü seyrederken dalıp gittiği düşünce ummanından sıyrıldı. Allah’a şükrünü yineledi. Çocuğun sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okudu. Önceden planladığı gibi ilim ve takva sahibi olması için iki büyük sahabenin, Hz.Ali’nin ve Hz.Osman’ın isimlerini birleştirerek, oğluna Ali Osman ismini verdi.
***
Yıllar ne çabuk geçip gitmişti. Kızlar gelin olup gitmişler, her birinin ikişer üçer çocukları olmuş, böylece kendisi de torun sahibi olmuştu. Oğlunu hafız yapmış, hafızlıktan sonra İmam-hatip Lisesine yazdırmıştı. Babasının sözünden çıkmayan Ali Osman tahsilini engelleyecek yan yollara sapmadan liseyi bitirmiş, peşi sıra İlahiyat fakültesini kazanmıştı. “Külli atin karibun“ mantuku gereğince, oğlunun tahsili de sağ salim bitmiş ve hayırlısı ile göreve başlamıştı. Onu Rabbinden murad ederken, taşıdığı duyguların bir kısmı zedelense de büyük bir çoğunluğunu hala taşıyordu. Nihayet oğlunu, komşu ilde, ilk görev yerinde ziyaret edecek, daha bir ay önce aileye katılan gelinine misafir olacaktı. Düğünden sonra kendisi hac’da olduğu için oğlunun evini döşeme işine sadece eşi katılmıştı. Böylece yeni evlilerin evlerini nasıl döşediklerine de vakıf olacaktı. Tabi ki zihnine hücum eden soru işaretlerine engel olamıyordu.
***
Kendilerine “hoş geldin” diyen oğlunu kucaklayıp hasret giderdikten sonra salona geçildi. Gelin hanım da kayın babasını ve kayın validesini hoşlayıp kahve pişirmek için mutfağa yürüdü. Baba ,oğul, ve anne üçü de bir kanepeye iliştiler. Biraz soluklandılar. Baba, Oturduğu yerden etrafa şöyle bir sarf-ı nazar eyledi. Tam karşılarındaki duvarın sathında güzel bir çerçeve içinde bir tablo ilk olarak gözüne ilişti. Çerçeve altın renginde güzel süslemelerden mamul idi. Hemen çerçevenin ortasında bir hilye-i şerif aradı, bulamadı. Bir kelime-i tevhid görmek istedi, ne gezer! Başka bir hüsn-i hat yazısı? Ne yazık ki onu da göremedi. Yazıları tam seçemiyordu. Ayağa kalkıp çerçeveye yaklaştı. Sağ köşesinde oğlunun kravatlı fotoğrafını gördü. Fotoğrafın solundaki italik harflerle yazılmış “Diploma” yazısını titrek seslerle okudu. Gözleri başlığın altına kaydı. Oğlunun falan fakülteden başarı ile mezun olduğunu anlatan cümleleri hızlıca bitirdi. Alt sağ köşede dekanın imzası vardı. İlk defa bir diplomanın duvara asıldığına şahit oluyordu. Neden? İçinden sorduğu soruya cevap veremedi. Zihin duvarlarında “Karada ve denizde insan eliyle bozulma başladı” ayeti yankılandı. İyice sarsıldı. Sonra şu kelimeler hafıza sahnesinden resmi geçit yaparcasına geçip gittiler: Riya, kibir, enaniyet, başarı, ilim, hilm, takva, tevazu, Ali Osman.
Ali Osman ise, babasının kendisi ile gururlandığını zannederek sevinçle babasına bakıp gülümsemekten kendini alamadı.
Kuşe-i tebessüm:
CEVABI NET SUALLER
Birilerinin şefaate karşı çıkması nedeni ile mi ümmet-i Muhammet’ten bazıları “Şefaat ya Rasulallah diyeceği yerde, “İnşaat ya Rasulallah” demeye başladı!?