İnsanlığın Teminatı İslam

Mülkün sahibi, yerlerin ve göklerin Rabbi olan Allah Teâlâ varlığın zirvesine insanı koydu. Âlemi insan, insanı da kendine kulluk için yarattı. İlk insandan itibaren bir din olarak İslam’ı seçti ve hükümlerini peygamberleri ve kitapları aracılığıyla insanlara ulaştırdı. İşte bu hükümler silsilesinin temel amacı ıslah üzere bir dünyadır. Adalet, emniyet ve huzur bu dünyanın sacayaklarıdır. Hiçbir batıl din, ideoloji ve sistemin sağlayamayacağı bu düzen, insanlık ailesinin en temel ihtiyacı, gelecek adına umudu ve varlığının güvencesidir.
Makâsıdu’ş-Şerî’a
Allah Teâlâ’nın koyduğu hükümler bütünü olan dinimizin ve bunun bir anlamda hukuki karşılığı olan şeriatımızın maksatlarını, konuluş amaçlarını İslam âlimleri beş ana başlık altında toplamıştır. Can emniyeti, din emniyeti, akıl emniyeti, nesil emniyeti ve mal emniyeti olarak belirlenen bu beş madde her insan için değerlidir, korunmalıdır. Hatta farklı rivayetlerde, bunları korumak için ölenin şehit olacağı Efendimiz tarafından bildirilmiştir (Ebû Dâvûd, Sünnet 29; Tirmizî, Diyât 21).
İslam’ın hükümlerine baktığımız zaman zaten bu sınıflandırmanın doğru olduğunu görürüz. Kısasla canı, sarhoş edici maddeleri yasaklamakla aklı, zina hatta zinaya yaklaşma yasağıyla nesli, her türlü hırsızlığın önünü almak suretiyle malı korumanın amaçlanması bunlara örnek olarak gösterilebilir.
Hangi akıl, hangi vicdan bunları korumayı reddedebilir ki? Tüm bunlar bizatihi fıtridir. Fıtratı yaratan Allah elbette en doğru hükümleri de koymuş olandır. Ki o ahkemü’l-hakimîndir. O halde insana düşen teslim olmak ve teslim olduktan sonra da tüm insanların menfaatine olan bu doğrular için mücadele etmektir. Uğrunda mücadele edilmeyen, saldırıya uğradığında müdafaa edilmeyen, yere düştüğünde kaldırılmayan, sahiplenilmeyen, dertlenilmeyen, ezildiğinde sessiz kalınan doğrular, sadece kabul etmekle kişinin doğruları olmaya yetmez. Sancağı kaldırmak için burçlara koşmalıyız.
Mü’min, Müslim
İslam’ın kelime anlamı da müntesiplerine verdiği isimler de insanlığa umut olduğunun işaret fişeğidir görene, anlayana. Esenlik, barış gibi anlamlara gelen bir dinin savaşla ve kaosla özdeşleştirilmesi ne acı. Selamette olan, teslim olan gibi anlamlara gelen Müslim bir kişi etrafına da selamı, selameti, huzuru yaymalıdır.
Emn/güven kökünden gelen mü’min ismi ise mü’min bir kişinin güvenen ve güvenilen bir şahsiyet olması gerektiğini gözler önüne sermektedir. Değil mi el-Emîn bir peygamberin ümmetiyiz, bize bundan başkası yakışmaz. Hem de Hazreti Peygamber tarafından açık açık “Müslüman, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.” (Tirmizî, Îmân, 12; Nesâî, Îmân, 8.) denilmişken, yine Buhârî’de geçen bir hadiste “Komşusu, kötülüğünden emin olmayan kimse de mü’min değildir.” denilmişken… Kapı komşuları birbirine güvenemez olduysa İslam’ın emirlerinin ne kadar geri plana atıldığını görmek zorundayız.
İnsanlığın bir güven buhranı içinde olduğu aşikârdır. Bu buhran en azından Müslümanlar arasında kırılmalıdır başlangıç olarak, ki daha sonra toplum da cendereden çıkabilsin. Bankalar, insanlardan daha önce başvurulan yerler oldu, bu durum uykularımızı kaçırmalı değil mi? Artık çocuğu olan bir kişi “Ben bu evladımı İslam üzere nasıl yetiştireceğim?” diye düşünmekten neredeyse çocuğu olduğuna üzülecek bir hale geldiyse bir şeyler yapmak için geç kalmıyor muyuz?
Önce Doğru Yer
İslam’ın ıslah yöntemi içten dışa, yakından uzağa, dardan genişe, özden kabuğadır. Kendini düzelt(e)meyen bir kişi çevresine de fayda sağla(ya)mayacaktır. Hasan el-Benna’nın da ortaya koyduğu gibi: Müslüman fert, Müslüman aile, Müslüman cemiyet/toplum… İslam’ın güzellilerini önce kendi bünyemizde görmeli ve göstermeliyiz. Kendisi ahlaksız olan bir kişinin ahlak savunuculuğu yapması abesle iştigaldir. Daha sonra bu güzellikler kendi evimizde yaşanmalı ki bu evlerin sayısı çoğalınca güzellikler sokaklara taşsın, görünür olsun. Evlatlarımızı elbette bu yönde yetiştirmeliyiz. Ama bu demek değil ki (Allah muhafaza) en yakınımızdakiler İslamlaşmıyor diye mücadeleden vazgeçelim. Böylesi durumlarda Hz. Nuh, Hz. Lut gibi örnekler unutulmamalıdır.
Müslüman fertlerin sayısını artırmak için olanca gücümüzle çalışmalıyız. Birebir ilişkilerimizin gücü bu noktada belirleyici olacaktır. Özellikle insani ilişkilerin günden güne yok olduğu çağımızda her insan zaten ilgiye muhtaçtır. Yanlış kişiler ve şeytan insanlarla zaten oldukça ilgileniyor, doğa boşluk kabul etmiyor. Bu nedenle bu alanı biz dolduralım ki batılın zemini kalmasın.
Evlilikler konusunda da tam bir fiyasko yaşanmaktadır. Öncelikle toplumun evlilik algısı ciddi anlamda yozlaşmış durumda. Evlilik nimet boyutundan çok bir külfete dönüşmüş vaziyette. Bireylerin veya ailelerin maddi talepleri evlilikleri zorlaştırmakta, erteletmekte veya vazgeçirmektedir. Müslüman kimliğimiz bu noktada ön plana geçmeli, sade düğünler, sade evlerle de bu işlerin olabileceğini gösterip örneklik sergilemek zorundayız. Selam yurdu olacak yuvalar salim bir şekilde kurulmalıdır.
İyilikler yakından uzağadır. Bir yardım yapılacaksa bu önce çevremizden başlamalıdır. Ama bu noktada mesela Suriye gibi olağanüstü durumların yaşandığı coğrafyamız da ihmal edilmemeli, asla gündemimizden düşmemelidir.
Kul Hakkı
İslam önce insanların vicdanlarına bir bekçi diker. Fert fert otokontrolünü sağlayan bir toplum bütünde de olması gerektiği gibi olacaktır. Bu nedenle bizim kul hakkı gibi ince bir meselemiz vardır. Kamunun, yetimin, yekdiğerinin hakkını yemekten ateş yemek gibi sakınır, kaçınırız. Bu kendi kendini denetleme mekanizması bir toplumu saadet toplumu kılabilir. Herkesin kapısının önünü süpürmesi misali…
Faiz, zina, gıybet gibi ağır, bazen belki daha ağır bir mesele kul hakkı… Konuyla ilgili kimi hadisler bunu bize yeterince öğretmektedir. “Kim bir kul hakkı yemişse derhal o kardeşi ile helalleşsin. Çünkü (kıyamet günü) dirhem de geçmez dinar da. Böyle olunca o (hak yiyen) kişinin sevapları alınır o adama yüklenir. Eğer sevapları yoksa o hakkını yediği adamın günahları buna yüklenir.” (Buhârî, Rikak, 48)
Bedenimizin bizde hakkı vardır, ailemizin hakkı vardır ve içinde yaşadığımız toplumun hakkı vardır. Bu haklara riayet mühim bir vazifedir. Aslında bunlar aynı zamanda bize emanettirler. Bir mü’min, emanete hıyanet edemez. Örneğin, Hazreti Peygamber geceleri hiç uyumadan kılınan namazı, ara vermeden tutulan orucu bile bedenin hakkına girmek olarak görmüşken nasıl olur da boş işlerle bedenimizi heba eder, sigara vs. alışkanlıklarla ona zarar veririz? Devlet başkanı, ordu komutanı, ilmin merkezi iken O aleyhisselam, ailesini ihmal etmemişken biz ailemizi hangi bahaneyle ihmal edebiliriz? Ya da içinde bulunduğumuz toplumdan yüz çevirir, daveti terk edersek hakkına girmiş olmaz mıyız?
Bırakın bir insanın; hayvanların, bitkilerin bile hakkına girmekten çekinen, hesap gününden endişe eden insanlar yeniden diriltecek insanlığı. Tevhid erleri, yalnızca Allah’a boyun eğen yiğitler eliyle kula kulluktan kurtulduğu vakit insanlar, dünya daha yaşanabilir bir yer olacak. Biz umuduyuz insanlığın; o halde buna yakışır bir şekilde yaşamalı, varlık sahnesinde örnekliğimizi en güzel bir şekilde sergilemeli, insanlık baharının müjdecisi olabilmeliyiz. Böyle bir medeniyet kurmuştuk, yine kurabiliriz!