Meşgul Edildiğimiz Kadar İşgal Edildik

Tüm peygamberlerin istisnasız yaptığı işlerden biri olan, yaşadıkları şehrin en yüksek tepesine çıkıp kendini, insanları ve evreni sorgulamasını bugün yapacak olsak yani yüksekçe bir tepeye çıkıp insanları seyredersek göreceğimiz tek gerçek tüm insanlığın bütün enerjisini sömüren bir meşguliyet zinciri ile benzeri görülmeyen bir illüzyona kurban gittiğidir. Bu, su götürmez bir gerçektir. Meşgul edilmişiz boştan yere, boştan şeyler ile: değişken ve kaypak bir gündem, gerçeklerden uzak çoğu gerçek dışı yalan haber, kamera karşısında kalabalık şeyler söyleyen siyasiler, her dört yılda bir düzenlenen turnuva, olimpiyat ve her yıl başımızın belası ligler ile… Milletin zekâsının aptal yerine konduğu, onları asıl gündemden uzaklaştıran, eğitim sistemi ile oyalayan bir sirk ile sağlanıyor bu.
Liseyi yeni bitirmiş biri olarak geriye dönüp devlet kurumlarında bana öğretilenlere baktığımda koca bir “hiç” görüyorum. İçi boş, kimsenin ne manaya geldiğini bilmediği bir sürü sirk görevlisi kavram; laiklik, özgürlük, demokrasi, insan hakları, çağdaş, ilerici, irtica… Bunların hepsi içi boş ve işe yaramaz bir üslupla anlatılıyor. Amaç da bu ya, anlamamamız, anlamadan kabullenip sindirmeden yutmamız gereken zokanın XL boyu. Bunların yanında fen bilimleri ve matematik adına kafama doldurdukları, beni ne Mimar Sinan yapacak kadar nitelikli ne de cahil bırakacak kadar eksik. Yani ne öldürüyor ne yaşatıyor.
Eminim bundan sonraki hayatımda okulda öğrendiklerimi kafamdan çıkarmakla uğraşacağım, anca bu şekilde narkozu hafifletebilirim. Yarışlarla, sınavlarla ve safsatalarla uyutulmuş bir insan olarak üniversiteden mezun olan işsiz, melankolik, depresif, umutsuz, en önemlisi de hedefsiz bir insan olarak katıyor sizi sistem diğer kurbanları arasına. Gerçekten tüm bunlara maruz kalmış biri 25 yaşına kadar “ben kimim, niçin varım, beni kim var etti, benden ne istiyor, bu kâinat neden var, bizi kimler yönetiyor…” sorularını kendine sormamış. Dolayısıyla Cemil Meriç’in “hafızasız nesiller amalgamı (karışımı)” diye ifade ettiği bir topluluk oluşmuştur.
Eğitim kurumlarında önce, kâinatın ne büyük bir eser olduğu ve bu eserin bir müessiri bulunduğunu anlatılıp ardından da var eden ALLAH’ı tanımamız gerekirken, her eğitim döneminin ilk Cuma’sında hutbelerde “OKU” emrini yanlış anlaşılacak şekilde, asıl manasından uzak anlatan imamlara da dargınım. OKU… Sahi peygamber aleyhisselam okuma biliyor muydu? Yazmayı öğrenmeden vefat ettiği, kesin bir rivayete göre de okumayı ömrünün son zamanlarında öğrendiği söylenir. Bunu duyduğumda şu soru geldi aklıma; “Acaba Allah’ın Resulü yanlış mı yapmıştı, hâşâ ‘oku’ emrine karşı mı gelmişti?” Tabi ki hayır. O ‘oku’ bu oku değildi. İslam’ın oku’su ile sistemin okulları tıpkı cami mikrofonuna polis telsizi karışmış gibi karışmıştı.
OKU, tüm kâinatı oku; ayı, güneşi, evreni, insanı, doğayı, kendini ve bu okumaların hepsini “YARATAN RABBİNİN ADIYLA” yap yani O’na, rızasına ulaşmak için yap’mış asıl “oku”. Yani iki oku arasında asrısaadet gençliği ile gezi nesli kadar büyük bir uçurum var.
Meşgul edildikten sonra elimizden alınan en büyük hedef Allah’ın rızasının yerine, her atlattığı sınavın ardından önüne konan yeni ve silik hedefler ile adeta peynirle aldatılan bir fareye benzemek ne acı. Oysa “hasbunallah” sözü değil miydi bize ödül ve ceza verenin, sonumuzu takdir edenin sistem olmadığını ve olamayacağını anlatan ilahi kabul?
Bir eliyle bizi avutan bir eliyle de bizi gelecek ile korkutan bu sistem meşguliyetlerini ve silik hedefleri bir kenara bırakıp şu manzaraya bir bakalım. Çağ açıp kapayan, asra yön veren, dünyaya nizam koyan ecdat en önce ve temel olarak dört, beş yaşlarında çocuklarına kitab-ı azimüşşan’ı öğretip on iki yaşında da hayata uygulamaya başlatmıştı. Böylece yirmi yaşına geldiğinde Rabbini bilen, haddini bilen, vatanını seven, düşmanını tanıyan, hedeflerinin farkında olan, “sür atını denize arkandan gelelim, biz peygamberlerini yarı yolda bırakan ödlek israiloğullarına benzemeyiz ya Rasulullah” diyen bir nesil yetişti. Bu nesil elbette batıla üstün gelecekti.
Sonuç da bir o kadar güzeldi: “radiyallahu anhum ve radu anh”.