“SORU” KONUSUNA GELİNCE

İster nazarî ister amelî, her yanıt, soru sahibinin hayat tecrübesine delalet eder. Düşünce tarihinde basit ya da karmaşık teorik bir lisan çerçevesinde fikir serd eden kişi ile pratik bir lisan çerçevesinde davranan, eyleyen kişi, ister dile getirilsin ister getirilmesin hayata mahsus, derin sorulara tavır almış demektir. Alınan tavırların birikimi, çeşitliliği kişinin hayata ilişkin tarzı ve üslubudur. Öyleyse bir kişinin belirli bir mekan-zaman da ortaya koyduğu üslup, o kişinin hayata yanıtıdır; hatta duruşudur. Kişi, hayat denilen süreçte, kendisini örer, verdiği yanıtlar ve ortaya koyduğu tavırlarla kendisine ait olanı temsil eder. Temsil, kişinin düşünce ve eylemiyle gerçekleştirdiği bir yaşama üslubudur. Fikrî ya da amelî temsil, belirli bir niteliğe ulaştığında, başkaları tarafından örnek alınır, benimsenir ve taklit edilmeye başlanır. Öyle ki yaşayan kişi için üslup olan, öykünen kişi için taklit halini alır; zamanla temsilin delalet ettiği tecrübe unutulur; saf bir kalıba dönüşür. Bir zaman gelir ki, taklit eden kişi, taklit ettiği kalıbın hem fikrî hem de amelî düzeyde ne-anlama geldiğini bilmeden biçimi ile işlevini dikkate almaya başlar ve içerisinde bulunduğu anlam-değer dünyasının o temsile yüklediği sembolik değerle/değerlerle yetinir.
Özetlenen tespit, en açık biçimde günlük veya siyasî dilde sıkça kullanılan sözcüklerde görünür. Retorik niteliği yüksek bu kullanımlardaki amaç, kullanılan kelimenin içeriği, muhtevası değil, biçim ve işlevinin yaratacağı etkiden azami derecede, gizli-gündem denilebilecek, örtülü hedef namına istifade etmektir. Bu tür kullanımlarda, kavramın yaşı, anlam katmanları, referansları, bağlamları, vb. diğer özellikleri örtülür; düşünülmesine fırsat verilmez. Çünkü amaç akla değil vicdana hitap etmektir; muhatapların idrakine yol göstermek değil, ihsaslarını uyarmaktır. Böyle bir tavır en fazla, kavramsal tahlil, nedensel düşünce ve eleştirel yaklaşımdan korkar. Çünkü tahlilî yaklaşım, nedensel sorgu ile eleştirel bakış, büyüyü, göz boyamayı, el çabukluğunu; hissî ve hamasî retoriği bozar. Böyle bir sistemin en büyük düşmanı, bilginin nazarî aklın ürettiği bir değer olduğunu benimseyen ve bu bilgiye göre eyleyen Bilgin’dir.
Şimdiye değin dile getirilen hususu bir örnekle açıklamayı deneyelim: Günümüzde hemen her vesileyle, akıl, aklın yolu, aklın ışığı, aklın rehberliği, aklın evrenselliği, vb.? kavram ve deyişlerle karşılaşıyoruz. Bu kavram ve deyişlerin dinî, siyasî, ilmî veya çok basit günlük işlerde ne tür işlevler için kullanıldığı ve biçimsel yapılarının çağrıştırdığı sözde özelliklerinin bazı amaçlar için nasıl alabildiğine sömürüldüğü izahtan uzaktır. O seviyede ki, bu deyişler itiraz kaldırmaz, eleştiri kabul etmez, sorgulanmaz; ancak sonuçta ne hasıl olur o da pek bilinmez? Aslında günümüzde bazı kavram ve deyimlerin sıkça kullanımı kadim kültürlerde Şamanların söyledikleri ve dinleyen insanların nefsi tatmin yaşadıkları sihirli deyişlerden farklı değil. Tatmin, esas itibariyle belirsizlikten kaynaklanır; çünkü belirsizlik insanlara maddî veya manevî bir yük yüklemez; ses ve taşıdığı söz kutsallarımızı yıkar; vicdanlarımızı okşar; bir şeyi değil ama her şeyi başarmanın mutluluğu ve rahatlığıyla herkes yoluna gider. Bu deyişlerin gücü aynı zamanda, tıpkı Şamanların yaptığı gibi, sıkça ve periyodik törensel tekrarlarına da bağlıdır. Tekrar, hislerin tazelenmesi açısından son derece önemlidir; fikir ise tümel bir özeliğe sahip olduğundan törensel tekrara ihtiyaç duymaz.
Soru, töreni bozar, tekrarın yarattığı sihirli havayı dağıtır; aklı işin içine sokar; akıl belirsizliği ortadan kaldırır; çünkü aklın en önemli özelliği tanımlamaktır; tanım had koymadır, sınırlamadır. Öyleyse soralım: Akıl nedir? Akıl bir cevher midir? Yoksa tarihî süreçte oluşan bir yapı mıdır? Kaç katmanlıdır? Tarih boyunca nasıl tanımlanmış ve anlaşılmıştır? Akıl tek-anlamlı bir kavram mıdır yoksa çok-anlamlı mıdır? Bugün kullanılan akıl kavramının yaşı kaçtır? Sorular çoğaltılabilir; ama sonuç değişmez. Soru bir kere doğduğunda büyütülmek zorundadır; çünkü hiçbir soru kendisine kayıtsız kalınılmasını affetmez. Kavramsal tahlile, nedenselliğe ilişkin sorgulamayı dâhil edip, verilecek yanıtları eleştiriden geçirmeyi teklif ettiğimizde, sonuç, mevcut sistem için bir tehdittir. Hiçbir sistem tehdide hoşgörüyle yaklaşmaz; yaklaşamaz.
Bu çerçevede felsefe mirasımıza baktığımızda, akıl, tezahürlerinden hareketle üç katmanlı bir yapı olarak tanımlanmıştır: Nazarî akıl, amelî akıl, temyizi akıl. Temyizi akıl, düşünme gücünün(kuvve-i müfekkire), dış dünyada doğal tertibi zarar ve yarar cihetinden idrak etmesine denir. İnsan, ne tür bir kültürel seviyede bulunursa bulunsun, yararı talep eder, zarardan da kaçınır. Amelî akıl ise, düşünme gücünün, kendi türdeşine muamelesine ve siyasetine ilişkin usul ve adabı iyi ve kötü cihetinden idrak etmesidir. İyi ve kötünün en önemli niteliği, zarar ve yararın tersine “maslahatı âm” olmaktır. Nazarî akla gelince, düşünme gücünün eşyanın gerçekliğinin nedenlerini ve ayırımlarını, doğru ve yanlış cihetinden idrak etmesidir. Doğru ve yanlışın -dolayısıyla nazarî aklın- en önemli niteliği ise, tümel olması, kavmî ve dinî özelliklerden elden geldiğince uzak kalması, zaman ve mekânca kayıtlanmamasıdır; kısaca insan türüne has olmasıdır. Bu tanımlar kadim kültürde çok uzun bir geçmişe sahiptir ve ayrıntılardaki bütün farklılıklara karşın genelde benimsenmiştir. İçeriklerine ilişkin tartışmalar değişse de, doğrudan aklın tezahürlerinden hareketle tanımladıklarından, genel geçerlilikleri düşünce tarihi boyunca sürmüştür.
Kısaca verdiğimiz bu tanımlardan amacımız yalnızca felsefî bir tahlil yapmak değil elbette. Bir kavramın ve bir deyişin soru konusu kılınmasının kullanımını nasıl etkilediğine ilişkin söylediklerimizi temellendirmek yanında, günümüz Türkiye’sinde sıkça kullanılan aklın hangi anlamının kastedildiğini de tebarüz ettirmekti.