İMBİK – Ezanı Beklerken

Dünyaya gözlerini açar açmaz ağladı. Ağladı, hem de uzun süre ağladı. Ağlamayı kesince uyudu. Sonra yine ağladı. Kimse niçin ağladığını bilemedi. Kimisi: “Oksijeni ciğerden almaya başladı da ondan” dedi. Bir başkası, “doğum zordu da onun için.” diye görüşünü belirtti. Kimisi de “Göbek bağından koptu ya!” diye olaya katkıda bulundu. Doğumhanedeki günlerini ağıtların galip geldiği zaman dilimleri ile geçirmişti. Ağlamadığı vakitler uyumuştu az da olsa. Ağlarken çok şey anlatmak istemişti. Gelin görün ki ona yuva taktim etmiş, aylarca onu taşıyarak sahiplenmiş kişi (annesi), doğar doğmaz karnını doyurmuş lakin her ağladığında sadece acıktığını düşünmüştü. Tabi ki annesi onun meleklerle olan yakınlığını bilmiyordu. Fıtratının neleri ilham ettiğinden haberi yoktu.
Dünya ışığını hiç göremediği günlerde yaşamış olduğu, çok üzüldüğü bir acı hatırasını tekrar gözünün önünde canlandırdı. Daha kendini yeni yeni biliyorken, kalbinin atışlarını henüz hissetmeye başlamıştı. İşte o günlerden bir gün yuvası/ana rahmi ile birlikte hareket ettiğini fark etti. Bir süre boşlukta yürür gibi yürüdü (Sonradan öğrendi ki annesi onu evden çıkarıp yürüyerek başka bir yere [hastaneye] götürüyormuş) Daracık yuvasında arka duvara sırtı gelecek şekilde yatırıldı. Dışarıdan birtakım sesler duyuyordu. Ama henüz bu seslerin ne anlama geldiğini bilmiyordu. Sesin sert ya da yumuşak olmasından bazı heyecanlı olayların olabileceğini seziyordu. Az sonra odasının duvarları üzerinde kalın ve sivri bir metal parçasının gezindiğini hissetti. -Ultrason kamerası.- Demirin ucu bir sağa bir sola, bir üste bir alta gidip geldikçe korkmadı değil. Sivri kısmın kafasına değebileceğinden endişe ederek ürktü. Bir süre sonra demirin gezintisi kesildi. Harflerin hızlıca peş peşe eklendiğini duydu. Annesinin sesine benzer bir ses mırıldanıyordu.
-Kadın doğum doktoru: “çocuğun cinsiyetini açıklayacak renkteki tozu siz görmeden zarfa koyuyorum. Cinsiyet partisini yaparken programcılar bu zarftaki cinsiyet tozunu balona yerleştirecek, balon patlayınca etrafa mavi ya da pembe toz dağılacak. Böylece çocuğunuzun cinsiyetini sizle beraber herkes öğrenecek” demişti.- Mekân değişikliğini sıcaklığın artmasından anladı. -Eve gelmişlerdi- Neden sonra birtakım gürültülerden ve havanın serinliğinden biricik dünyası dışında -ana rahmi- başka bir yerde olduklarını anladı. -Açık havada cinsiyet partisi programındalardı.- Biraz zaman geçti. Kendisine yuva veren kişi (anne) midesini hareket ettirdi -yedi içti- aniden gürültüler ve acayip garaip sesler artmaya başladı. -Müzik başlamıştı.- Canı çok sıkıldı. Sıcacık yuvasında, yuvanın duvarlarının hareketi kendisini yormuştu. -Anne dans ediyordu- Uyumak istedi. Gürültüden uykusu kaçtı. Karışık sesler gelmeye devam ediyordu. Dışarda neler oluyorsa, iyi şeyler değildi sanki. Öncekilerden daha acayip bir ses/gürültü duydu. -Maytap patlatılmıştı- Dışarıdan içeriye yüksek sesli bağrışmalar geldi.
-Şişirilen balon havaya salınmış, bütün ışıklar balona çevrilmiş ve herkes balona bakarken uzaktan kumanda ile balon patlatılmıştı. Patlayan balondan pembe renkli tozlar etrafa yayılınca, topluluk hep birden çığlıklar atarak “kız, kız” diye haykırdı.
-İyice sıkıldı. Üstelik kısa aralıklarla kendisine annelik yapan kişinin önüne birileri gelip hem anneyi hem onu sıkıştırıyordu.
-Anneyi tebrik etmek için kucaklıyorlardı- Hava iyice serinledi. Anne sallanmaya başladı. Kendisi de ne olup bittiğini anlayamamıştı. Durup dururken rastgele, bir sağa bir sola, bir ileri bir geri gitmelere -anne sarhoş olmuştu- anlam veremedi. Meleklerin zihin kodlamalarında böyle bir hareket biçimi yoktu. O gün eve dönüp oda sahibinin yani annenin uyuması ile huzura erdi. Lakin çok canı sıkılmıştı. Hafızasında yer eden ilk olayın acı bir hatıradan oluşması iyice canını sıkmıştı.
Hastaneden eve geleli ne kadar zaman geçtiğini bilemiyordu. Kendisine süslü püslü bir beşik yapılmıştı. Beşiğin etrafı bembeyaz tüllerle, tavandan sarkacak şekilde kaplanmış yatağı, yastığı ve diğer bebek eşyaları farkındalık izhar edecek kalite ve renklilikte idi. Bu cafcaflı eşyalar ilgisini çekmedi. Şimdilik annesinin kokusu ve her ağladığında onu emzirmesi hoşuna gidiyordu.
Bir gün huzuru yerinde iken beşiğin yan tarafındaki uzun duvara gözlerini dikti. Oraya boydan boya çerçeveli resimler asıldığını fark etti. Tabi ki çerçevenin de resminde ne olduğunu bilmiyordu. Şekilleri incelemeye başladı. Sağdan sola ilk çerçeveden yuvarlaklığı birazcık aşmış hafif dikdörtgen şeklinde bir cisim gördü. Şekil belli belirsiz bir insan yavrusuna benziyordu. -Çocuğun ilk ultrason fotoğrafı- Yanındakine göz attı. Sanki aynı cisim biraz daha uzun ve dört tane küçük uzantıya sahip olarak gözüküyordu. Gözünü kaçırdı. Üçüncü çerçevede uzantılar -ayaklar eller ve baş- daha uzun ve belirgin, ayrıca iki uzantının ortasındaki yuvarlak kısmın üzerinde daire şeklinde iki bölüm vardı. Bu fotoğraflara biraz fazla baktı. Sıradaki fotoğrafa gözünü kaydırdı. İnsanın doğuma hazır halde çekilmiş ultrason fotoğrafından birtakım anlamlar çıkartmaya çabaladı. Lakin gücü yetmedi. Bu resimlerin niye beşiğinin karşısındaki duvara asıldığını ve bu resimlerin kendisine ait olduğunu da kavrayamadı.
Bir sabah vakti ağlayarak annesine bir şeyler anlattı. Annesi hemen cevap verirken “Tatlım, aşkım, hayatım acıktın mı?” demişti. Annesi karnını doyurdu. Biraz da su içirmeye çalıştı. Beşikten etrafa tatlı tatlı göz gezdirirken odaya bir varlık girdi. Anne ile bir şeyler konuştular. Kulağına eğildi. Sesini yükselterek “Yonca, Yonca, Yonca” dedi üç defa. Sonra ekledi: “Ben verdim adını, Allah versin tadını.”
Yonca, “Yonca”dan hoşlanmadı! Ruhlar âleminde meleklerin birisi kulağına şöyle bir söz fısıldamıştı: “Kıyamet gününde kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. Öyle ise isimlerinizi güzel koyun.” Morali bozulmuştu. Sonra herkes kendisine Yonca diye hitap etmeye başladı. Bu kelimeye alıştı. Demek ki kendisine verilen isim bu idi. Lakin bu işte bir gariplik vardı.
Yonca’nın beşiğinin etrafı hediyelerle de süslenmişti. Sarı ve küçük metallerin -çeyrek ya da yarım altın- alt kısmında kağıt parçaları, kağıtların üzerinde birtakım çizgiler vardı. Her uyandığında bu parlak sarı madenlere bakmayı adet haline getirmişti. -Doğumdan önce yapılan “Baby shower” partisinde hediye edilen eşyalar beşiğin yanındaki komodin üzerinde hane halkı, akraba ve konu komşuya gösteriliyordu.
Yonca, yaklaşık kırk gün -yeni doğan fotoğrafı çekme programı tam kırk gün sürüyor.- gördüğü eziyet nedeni ile doğduğuna bin pişman olarak yaşadı. Her gün elindeki makineyi kedisine çeviren bir insanla karşı karşıya geliyordu. Bu insanla her karşılaşmasında -kendisine önceden, duyacağı ses olarak bildirilen nağmenin- o kişi tarafından sağ ve sol kulağına okunacağını umuyordu. Lakin bu kişi kendisine makine yöneltmekten başka bir şey yapmadı. Garip cihazdan çıkan ışıklar gözünü alıyordu. Üstelik bu aletten gelen “cırt” sesinden de hiç hoşlanmadı. Fotoğraf makinasının flaşı patlamadan önce annesi ya da yanında kim varsa Yonca’yı iki büklüm hale getirip yanından çekiliyordu. -Yeni doğan çekimlerinde çocuğun ana rahmindeki pozisyonunu alması önemli.- Yonca bu durumu kabullenemiyordu. Bu sebeple ağlıyordu. Bazen ağlaması bitmeden makine cırt diyerek ışık saçıyordu. Bereket versin genellikle ağıt bitince cırt ediyordu. Yonca güzel nağme duyma beklentisinden vazgeçmiyordu. Lakin bu talebini kimseye arz edemedi.
Yonca odanın içerisine süzülen güneş huzmelerine dikkatlice baktı. Hoşuna gitmişti. Bir süre sonra odanın içi insanlarla doldu. Her birinden gelen değişik ses Yonca’nın kulağına gürültü olarak akıyordu. Derken beşiğin yanına büyük bir masa kondu. Yonca beklediği nağmenin bugün duyulabileceğini umarak neşelendi. Kalabalık onun etrafına sevinçle bakmasından dolayı sevindi. Masanın üzerine süslemeli bir şile bezi serildi. Sofranın üzerine biraz şeker, pirinç, tuz, nazar boncuğu, Kur’an-Kerim, tesbih, araba anahtarı konuldu. Odadaki herkes bir şeyler yiyip içti. Bir kadın -babaanne- masanın başına geçti, ellerini açtı: “Dostlarım, Yonca’nın hayatı, şeker kadar tatlı olsun, şeker insanlarla arkadaş olsun, şeker bir erkeğe aşık olsun, bu aşık olduğu ile evlensin” dedi, diğerleri de “amiiin” dediler.
“Yonca’nın ömrü pirinç gibi bereketli olsun, tuz gibi kolay geçsin, kendisine kimse nazar değmesin, tesbih taneleri gibi inançlı olsun, bu anahtar gibi her kapıyı açacak, her müşkülü çözecek şekilde akıllı olsun.” dedi. Orada bulunanlar “amiiin” dediler. Dua bitti. Yonca ise bu törene uyum sağlamak yerine kulağına ezan ve kameti kimin okuyacağını düşünüyordu. Ümitsizliğe kapıldı. Belki de ileriki günlerde yapılacak olan birinci doğum yılı kutlamasında, kendi kendine def-i hacetini yapmaya başladığı gün geçekleşecek olan “Çiş Partisi”nde ya da diş bulguru merasiminde de kulağına ezan okuyan birisi çıkmayacaktı. Peki, bütün bunlar ne içindi!
İçinden “Yanlış geldim sanırım” demekten kendini alamadı. Ne düşündüğünü fehmeden olmadı.