Geçmişin Kutsal Hatırası

İnsanlık tarihi, savaşlar, fetihler ve göçler gibi ortak hatıralardan hiçbir zaman müstağnî olmamıştır. İnsanlar, tarihin her safhasında birbirleriyle devamlı iletişimde bulunmuşlardır. Nitekim birbirleriyle olan görüşmeleri, bilgi alışverişleri ve ortak değerleri kültürlerini oluşturmuştur. Geçmişlerindeki ortak hatıralar ve değerler onları daha çok yakınlaştırmıştır. Bugün bizler de yüzlerce yıl öncesindeki bir olayı okurken benimsediğimiz bir değeri gördüğümüzde, bu durumu ortak hatıramız sayarız ve böylece tarihin sayfalarındaki bu olay hayatımızın parçası olur. Ortak hatıralar hiçbir zaman geçmişte kalmaz, zamanı geldiğinde tebessüm olur, değer olur, kültür olur ve en önemlisi vefa olur…
Vefa kelimesi sözlükte “sözünü tutma, borcuna sadık olma, görevini yerine getirme” anlamına gelir. Istılahı olarak vefa “sempati (duygudaş, ahit) yoluna bağlı kalma, muhatapların (yoldaş, arkadaş) ahitlerini korumasıdır.”[1] Vefa kelimesi Kur’an’da, kök haliyle değil, veffâ, evfâ, teveffâ, istevfâ türevleriyle ve bunların etken, edilgen, ismi-i fail gibi kalıplarla altmış dört ayette geçer. Sözlükte bir şeyi “tam olmak/yapmak” anlamına gelen vefa, Kur’an’da ölçü, tartı, sözleşme ve antlaşma gibi insanın günlük hayatta yapacağı, karşılaşacağı işler/durumlar ile Allah’ın insanlara yaptıklarının karşılığını tam vermesi bağlamında kullanılır. [2]
Vefa kavramının geçtiği ayetlerden bazıları;
“Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki ben de size vaat ettiklerimi vereyim. Yalnız benden korkun.”[3]
“Onlar, Allah’a verdikleri sözü yerine getirirler, yeminlerini asla bozmazlar.”[4]
“Hayır, öyle değil! Her kim ahdine vefa gösterir ve günah işlemekten sakınırsa, bilsin ki Allah o sakınanları sever.”[5]
Allah Teâlâ kullarına geçmişi hatırlatarak, sözlerine vefa göstermelerini istemiştir. Önceden vermiş oldukları sözleri, kendilerine verilen nimetleri gözlerinin önüne sermiştir. Ayetlerin bağlamına baktığımızda vefakâr bir kul olmanın ne kadar önemli olduğunu fark etmek zor değil. Ayrıca ayetleri incelediğimizde genelde ‘onlar’, ‘her kim’ gibi ifadelerle genel kullanımı bir kenara bırakırsak ‘Ey İsrailoğulları!’ gibi özel ifadelerin kullanımında hassaten bu kavmin vefa konusunda ne kadar nankör olduğunu anlayabiliyoruz. Ayetlerin bizi devamlı geçmişe yöneltmesi açısından tarih ilminin ne kadar önemli olduğunu da söyleyebiliriz.
Vefa ahlakını en kâmil şekilde Âlemlerin Efendisi Hz. Peygamber aleyhisselamın hayatında görebiliyoruz. Nitekim Huneyn Gazvesinde esir olan Şeyma kendisinin Rasulullah aleyhisselamın sütkardeşi olduğunu beyan ederek Hz. Peygamber ile görüşmek istediğini söyler. Bu sözler üzerine Şeyma, Hz. Peygamber’e getirilir. Rasulullah aleyhisselamın yanına getirilen kişinin sütkardeşi Şeyma olduğu ikrar edilince kendisiyle konuşmaya başlar. Hz. Peygamber, Şeyma’ya sütannesi ile sütbabasının durumunu sorar. Şeyma, ikisinin de vefat ettiğini söyler. Rasulullah aleyhisselam ona isterse yanında kalabileceğini ya da akrabalarının yanına dönmek isterse dönebileceğini söyler. Şeyma, Rasulullah aleyhisselamın kendisine yaptığı tekliflere akrabalarının yanına dönmek istediğini söyleyerek, cevap verir. Bunun üzerine Hz. Peygamber aleyhisselam sütkardeşi Şeyma’ya üç köle ve bir cariye hediye eder.[6]
Allah Teâlâ’nın sıklıkla vurgu yaptığı ve bu ahlakla bürünenleri övdüğü ayetler, Allah Rasulü aleyhisselamın bizzat hayatıyla bizlere gösterdiği bu ahlâk-ı hamide’nin yâni vefanın ne denli önemli olduğunu gözler önüne seriyor. İnsan fıtrat olarak da kendisine büyük iyilikler eden kişiye ne kadar zaman geçerse geçsin minnet duyar. Vefa sahipleri uzun zamanlar öncesinde yaşanan hatırayı kendi yaşadığı vakte getirir ve hayatını ona göre düzenler. Vefa ahlakı ile ahlaklanmayan kişiler ise birkaç saat önce yaşadıkları hatırayı bile unuturlar.
Vefa, hâtıraların toprağa değil, kalbe gömülmesidir, diyebiliriz. Biz bu yazıyı yazarken Filistin topraklarında yüzlerce çocuk vefat ediyor. Yazımızın başında vefanın özellikle neden İsrailoğullarına vurgulandığını bir kez daha anlıyoruz. Birine vefalı olmak için illâ o kişiyle bir hatıra biriktirmek gerekmez. Aynı geçmişten, kültürden, değerden beslenmek vefalı olmak için yeterlidir. Müslümanların en büyük değeri İslâm kardeşliği ise vefalı olmak için yeterlidir. Bugün bizleri bekleyen Filistinli çocuklar aynı zamanda “vefalı biri yok mu?” diye de sormaktadırlar.
Hz. Peygamber aleyhisselam Enes’ten nakledildiğine göre şöyle buyurmuştur: “Kıyamet gününde her vefasızın, vefasızlığının göstergesi olarak bir sancağı olacaktır.”[7] Tüm insanların bir araya geldiği bir vakitte böyle bir teşhirle karşı karşıya kalmanın ne kadar zor bir şey olduğunu düşündüğümüzde vefanın önemini daha iyi kavrayabiliyoruz. Çanakkale’de mezar taşında ‘Gazze’ yazıyor olması, aklımıza gelmeyecek ücra köşelerdeki yerlere gidip oralarda şehit olanların kabirleri, Afrika’nın bir köyünde hutbeye başlamadan evvel Osmanlı Devleti padişahının isminin anılması gibi durumları ancak vefa ile açıklayabiliriz.
Geçmişteki tüm hatıralara ve iyiliklere vefalı olabilmenin yegâne yolu ise Allah Teâlâ’ya vefalı olmaktan geçmektedir. Nitekim birçok ayet-i kerime, insana yaratılışını ve verilen nimetleri hatırlatarak vefalı olmasını öğütlemiştir. Dolayısıyla geçmişin kutsal hatırasını unutmayanlar ancak vefalı olabilirler. Vefakâr insanlar, ancak geçmişin kutsal hatırasını unutmazlar.
Bizler bugün nasıl vefakâr oluruz? Yanı başımızda yahudilerin yaptığı katliamlar her an şiddetini artırıyor. Yahudiler genel olarak korkak bir kavim olduklarından dolayı geçmişte kaleleri içinde savaş yaparken bugünde uçaklarıyla aynı korkaklıklarını devam ettiriyorlar. Hz. Peygamber aleyhisselam kalelerinden çıkmayan bu insanların gıda yollarının kesilmesini planlamıştı. Aslında bu ilk plan değildi. Hicret’e dönelim, Medine’ye gelindiği vakit dört tane pazar vardı. Bunların üç tanesi yahudilerin kontrolünde idi. Hz. Peygamber aleyhisselam ‘Müslümanlar yeni bir pazar’ diyerek onların sistemine girmeyi reddedip yeni bir sistem kurmuştu. Müslümanca alışverişin yapıldığı, Müslümanca yaşanan bir pazar.
Kendine özgü kuralları olan bu pazar, Medine’ye giren tüm yolların kesişiminde ve düz bir arazide kurulmuştur. Stratejik konumu, farklı bölgelerden gelen kervanlara açık olması, vergi alınmaması ve sabit bir yer edinilmemesi gibi kuralları ile pazarı cazip hale getirmiştir. Tüccarlar bu pazara daha fazla ilgi göstermiş kısa süre içerisinde bütün ticari hayat burada devam etmiştir. Medine Pazarı’nın cazip hale gelmesi ve ticari alışkanlıkların İslami adalet çerçevesinde devam edebilmesi adına Peygamber Efendimiz şu kaideleri koymuştur;
- Pazar yerinde kesinlikle pazar vergisi alınmayacaktır. Bu ilke pazarı cazip hale getirmiş ve vergi yükünün olmaması ile fiyatların düşürülmesi hedeflenmiştir.
- Hiç kimse sabit bir yer edinmeyecektir. Erken gelenin istediği yerde tezgâh açmasına müsaade eden bu ilke ile ticari hayatın gevşeklikten uzak ve ciddiyet içerisinde adil bir biçimde yapılması hedeflenmiştir.
- Pazarda etkin fiyat denetiminin yapılması.
- Serbest rekabet ortamının sağlanması. Olabildiğince üretici ile tüketicinin doğrudan buluşmasını sağlamak istenmiş bu sebeple hiçbir şehirlinin köylü adına işlem yapmasına izin verilmemiştir. Böylece serbest rekabet ortamı korunmuştur.
- Kalite kontrol yapılmış. Alışverişlerin ölçülerek yapılması emredilmiş böylece adalet sağlanmıştır.
- Malları satmak adına yapılan aldatıcı reklamlar, yalan yere yemin etme hoş karşılanmamış, yasaklanmıştır. “Yemin mala rağbeti artırır fakat bereketi giderir” buyrulmuştur.
- Pazarda haram olan malların ticaretinin yapılması yasaklanmıştır.
Pazar yerinin kullanılması için pazar nizamnameleri ve düzenlemeleri bizzat Efendimiz tarafından uygulanmış ve pazar yerleri için muhtesipler atanmıştır. Piyasa denetimi, Peygamberimiz aleyhisselamın ilk muhtesip olarak görev yapmasının sonrasında Hz. Ömer döneminde tam teşkilatlı bir yapıya dönüşen “ Hisbe” müessesesi ile sağlanmıştı[8]
Bizlere düşen vefa ise Müslümanca yaşanan bir pazara talip olmaktır. Bu sistem için çabalamak, öğrenmek, öğretmek, yaşamak ve hatta ölmektir. Unutmayacağımız şey ise, yol almanın tek bir formülü vardır; ihlâs. Bugün sayı, madde ve kuvvet olarak daha yüksek bir konumda olan Müslümanların yeni bir pazar kurmak yerine aynı caddeyi bir ileri bir geri yürümeleri ancak bir şeyin eksikliğindendir; o da ihlâs.
[1] Seyyid Şerif el-Cürcânî, et-Ta‘rîfât (Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, 1403/1983), 1/253.
[2] Şahin, Davut . “Kur’an’da “Vefa” Kelimesinin Anlamı”. İlahiyat Araştırmaları Dergisi / 16 (Aralık 2021): 3.
[3] Feyzü’lFurkân Meâli, çev. Prof. Dr. Hasan Tahsin Feyizli (İstanbul: Server Yayınları, 2008), Bakara 2/40.
[4] Feyzü’l Furkân Meâli, çev. Prof. Dr. Hasan Tahsin Feyizli (İstanbul: Server Yayınları, 2008), Ra’d 13/20.
[5] Feyzü’l Furkan Meâli, çev. Prof. Dr. Hasan Tahsin Feyizli (İstanbul: Server Yayınları, 2008) Âl-i İmrân 3/76.
[6] İbn İshâk es-Sîretü’n-nebeviyye c. ıv, s. 100, Vâkıdî, Meğazî, c. III, s. 912-913.
[7] Müslim, “Cihâd ve Siyer”, 14.
[8] İpekyolu Dergisi, sayı 2019.