MAVERADAN MACERAYA- Ruh Rabbin Emrindedir

Bir zamanlar merhum Hamdi Çavuş dedem bize uzun kış geceleri yatsı namazından sonra askerlik anılarını anlatır, güzel meseller getirirdi. Biz de üç kardeş iskemlenin etrafında gaz lambası ışığında Sübhanallah boncukları misali dizilir, onu pür dikkat dinlerdik. Gazi dedemiz ile Safiye anamız evimizde canlı yayın yapan Hane TV gibiydi. Hacı Mustafa dedemiz ve Nazik anamız da öyle.
Bilmeceler, fıkralar ve fabl türü hikayeler gırla giderdi. İslam’ın şartlarını, imanın esaslarını, kelime-i şehadetin anlamını, ezanı, namaz dualarını ve tesbihatını, namaz surelerini ve bazı aşr-ı şerifleri onların tezgahından aldık ve öğrendik. Verdikleri öğütler, nasihat ve dersler ile hayat dolu tecrübelerini paylaşırlardı. Bizim zamanımızda anaokulu yoktu. Baba ocağı vardı. Hiçbir lala, dadı ve mürebbi, kişinin kendi anasının kokusunu, sevgisini ve sıcaklığını, babasının edep ve terbiyesini veremezdi.
Zaten bu anaokulu uygulaması kadına çalışma zorunluluğu getiren acımasız materyalist sistemin icadıydı. Kapitalist düzen erkeğe vereceği tastamam ücreti yarıya bölüp ikisine paylaştırıyor, anne ve babayı çaktırmadan paraya yani kendisine köle ediyordu. Daha fırınlanmadan ve güneş karşısında sağlamlaşmadan yağmurun altında erimeye mahkûm edilmiş Avanos testileri gibi arada kalan çocuklar telef ediliyordu. Hala da öyle değil midir?
Her neyse; dedemin kemer odamızdaki sade misafir geldiğinde açılan kilitli dolabından kırmızı kuşaklı çok akide/Konya şekeri yedik. Sinilerle her akşam önümüze gelen ceviz, şah leblebi, kavurga, köftür, tarana, iğde, çekirdekli kuru siyah üzüm, hevenkte asılı parmak üzümü, üzüm turşusu, tuluk yoğurdu, tandır çöreği, fırında patates ve kabak tatlısı doğal gıdalarımızdı. Kuru kemik, sızgıt ve kahırdak olarak özel yemeklere saklanan kurban etleri bir yana, kümesteki kart horoz ve kara tavukların tadı başkaydı. Hele o akşam yemeğinden sonra ocakta kalan kayısı kütüğünün korları üzerine konulan kırık testilerde ağır ağır kavrulan kara kabak çekirdeğinin tadı hala damağımızdadır.
Bir de sabah kahvaltılarında tandırın sıcağına yapıştırılan sarı patateslerin lezzeti unutulacak bir lezzet değildir. Kertikli sahanlara doğramadan konulan o çanak domatesler neyin nesidir Aman Allah’ım! Biz ketçap, kapuçino, çay, kahve, kola nedir bilmezdik. Küpün yanındaki bakır kalaylı üzlükten çok pekmez içtik. Pekmez kaynatılırken her sene duru şıra içerek şeker gıdamızı depolardık. Kendileri fakru zaruret içinde yaşamalarına rağmen çocuklarına ve torunlarına yaşanabilir bir dünya bıraktılar. Yeni nesile yaşama sevinci, üretmenin gururu, sade Allah rızasına bağlı yardımı, hasbi sevgi ve saygı aşıladılar. Allah onlardan razı olsun. Rabbim onları okuduklarımıza yazdıklarımıza hissedar eylesin.
İstisnalar bir yana şimdi onlardan kalan mallar üzerinde yapılan miras kavgalarının sebebi yeni neslin ecdadı adına yapması gereken hayır ve hasenat kapılarını kapamalarıdır. Bu hazin durumun acı sonucu olarak davaların hapishane kapılarının üzerlerine kapanmasına kadar uzanması tesadüfi değildir. Sahibi hakkını helal etse de hukuk-ı ammenin, alacağından asla vazgeçmeyeceği gerçeği malumdur. Bu cihan bir “etme, bulursun” dünyasıdır.
Her neyse; Gazi Dedem bir defasında bize “Ne zamandan beri Müslümansınız torunlarım?” diye sormuştu. Biz cevap veremeyince” kalu bela”dan beri demişti. “Kalu bela nedir dede?” dedik. O da “Rabbimiz bizi dünyaya getirmeden önce ervah aleminde ruhlarımızı yaratmış, sonra onlara ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye sormuş, onlar da iki defa ‘Biz seni tanımıyoruz, sen de kimsin?’ demişler, lakin en sonunda ‘Kalu bela şehidna/Evet sen bizim Rabbimizsin’ demek durumunda kalınca, Allah ‘Sizi dünyaya sırası geldikçe göndereceğim, bakalım, o zaman da beni hatırlayıp sözünüzün ardında duracak mısınız?’ diye imtihan edeceğini söylemiş ve bizi yaratmış. Hatta bu Ahd-i misakı; adına Hacerul Esved denilen bir taş içine koyup ilk insan Hz. Adem’in duası üzerine bir göktaşı gibi dünyaya fırlatmış ve o taş hala Kabe’nin doğu köşesinde bulunmaktadır.
Hacca ve umreye giden müminler tarafından öpülerek “Buyur Allah’ım, buyur! Huzuruna geldim ve emrine amadeyim. Senin eşin ve ortağın yoktur. Hamd sana layık, nimet ve mülk de sendendir. Sözümüzün ardındayız” denilmektedir. İzdihama sebep olmamak için geriden o manevi kameraya elleri kaldırarak “Bismillahi Allahu ekber “denilerek selam verilmektedir. “İşte biz o ruhlar aleminde verilen sözden bugüne ve akıl baliğ oluncaya kadar da yaratılıştan Müslümanız elhamdülillah yavrularım! Bizden gördükleriniz, duyduklarınız ve yaşadıklarınızdan sonra Müslüman olarak kalmak ve Müslüman olarak can vermek de sizin elinizdedir.” demişti.
Peki, Hacı Dede! Dünyadan dönüş yolunda da böyle bir imtihan var mıdır “diye sorduğumuzda “Olmaz mı yavrularım? Hayat eve sığar ise hayat mezara da sığar. Mezar ebedi aleme açılan bir penceredir. İnsan vefat edip kabire konulunca Münker ve Nekir denilen iki melek, Kiramen Kâtibin yani Rakibün Atid meleklerinin dünyada mevtaya ait tanzim ettikleri amel defterlerini ellerine geçirince sordukları üç sorudan ilki de buna benzer: “Men rabbüke/ Rabbin kimdir? Seni dünyada kim terbiye etti? (Kimin tezgahından geçtin?)” Sonra sırası ile “Ve men nebiyyüke?” Peygamberin kimdir/Hangi peygamberin ümmetisin? “Ve ma dinüke?”/Dinin nedir, dedikleri zorlu günde Rabbim bize” Rabbiyallah Rabbiyallah Rabbiye Rabbiye Ya Rab!” demeyi, Hz. Muhammed Mustafa’nın ümmeti olduğumuzu ve İslam ile müşerref bir Müslüman olduğumuzu söylemeyi nasip eylesin. Vefat eden bir çobanın, soruyu anlamadan davarın peşine giden kardeşini kastederek; “Nebi davara gitti ben de buraya geldim. Ne diyecekseniz deyin, ne yapacaksanız yapın arkadaş” diyenlerden eylemesin.
Allah’ın özel ve güzel isimlerinden birisi de “Er Rabb” celle celalüh’tür. Rab kelimesi Arapça’da; yaratıp yöneten, sahip olup hüküm veren, terbiye edip evirip çeviren, gözetip koruyan, eğitip öğreten ve ıslah edip halden hale sokan demektir. Kur’an-ı Mübin’de erbab, ribbiyyun, rabbaniyyun ve Rabbena kalıbında 962 ayette zikredilen Er Rabb (cc) ismi ile Allah’ın azameti, lütfu, ihsanı, şefkat ve merhameti, rızık vermesi, yol göstermesi, hükümdarlığı, yardımı ve koruması ifade edilir. Ezan duasına “Ey bu yetkin davetin ve kesintisiz devam eden namazın Rabbi olan Allah’ım!” şeklinde giriş yapılması buna işaret eder.
Allah her şeyi Rab ismiyle terbiye eder. Her şey varlığını O’ndan alır, yaptığını O’nunla yapar, ihtiyaç duyduğu hususlarda O’na müracaat eder. Allah’ın bu makamı, kayırma ve sığınma makamı olduğu için Allah’a Ya Rab diye dua edilir. Bütün dualara besmeleden sonra “elhamdü lillahi Rabbil alemin” diye başlanması sünnettir. Mülk ve melekut alemindeki her varlık Rabbani isimlerinden bir ismin suretidir. Allah’a beslenen tahkiki iman; uluhiyet, rububiyet ve ubudiyetten geçer. Allah’ın rububiyetine iman; nurani meleklerin varlığına, indirdiği ilahi kitapların içeriğine ve gönderdiği peygamberlerin rehberliğine imanı kapsar. Bu yüzden Müslümanım amma şeriata karşıyım diyen kişi hükmen küfre girer.
Ruh, Rabbin emrindedir. Yazılım, donanıma uygundur. Nefsini bilen, rabbini bilir. Kendini bulan, sahibini bulur. Rabbani olmak, Rabbin rızasına uygun hayırlı işler yapmaktır. İmam Rabbani bunun en güzel örneğidir. Eski Türkçede Çalab, Allah demektir. Yunus Emre Divanı’nda “Gönül Çalab’ın tahtı. Çalab gönüle baktı. Kim gönül yıkar ise; İki cihan bed bahtı,” demiştir. Bu yüzden varlığını, benliğini, nefsini ve neslini Allah’a adamış seçkin alimlere Çelebi denilmiştir. Süleyman Çelebi, Hüsameddin Çelebi, Evliya Çelebi, Kâtip Çelebi, Ahmed Çelebi bu örnek şahsiyetlerdendir. Madem Rabbim “ben kulumun zannı üzereyim” buyuruyor, bendeniz de koyunun olmadığı yerde keçi misali Abdurrahman Çelebi’yim!
Ey Rabbimiz! Bize, yaşadığımız süre içinde rızana uygun güzel işler yapmayı nasip eyle! (Âmin)