LA HAVLE- Akıl ve Hidayet

Dört güzelden biri O…
O tarihte Mekke’de, okur-yazar olanlar parmakla gösterilirdi. O da parmakla gösterilen bir okur-yazar, babasından nesep ilmini öğrenen bir talebedir!
Ata binmede büyük kabiliyete sahip, Ukaz panayırında güreş müsâbakalarına iştirak eden, şiir ve hitâbet yarışmalarına katılan güzel bir gençtir O!
O’nun adı, Hattâb oğlu Ömer!
Hira dağından İslâm güneşi doğduğunda O yirmi yedi yaşındadır. Sevgilinin duâsı bereketiyle İslâm ile müşerref olan Ömer daha da güzelleşir.
Üstün idrâkiyle hakk’ı bâtıldan ayırdığı için “Fâruk” lâkabını alan Ömer, “Ömerü’l Fâruk” olur.
İlmi ve zekâsı kadar, cesâreti de çoktur Hz. Ömer’in. Mekke’den Medine’ye hicret edeceği zamanı açıkça ilân eder: “Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen varsa peşimden gelsin!” diye küfre meydan okuyarak tek başına yola düşer.
“Ömer geliyor” dense, herkes bir müddet sükut eder, kendine çekidüzen verir, ayağını denk alır ve sözünü ölçer-biçer öyle söylermiş. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, O’nun hakkında şöyle buyurmuşlardır:
- “Yüce Allah hak (ve hakikatin ifâdesi)ni Ömer’in dili üzerine koydu.”
- “Ben, insan ve cin şeytanlarının Ömer’den kaçtıklarını gördüm.”
İslâm’ın 2’nci halifesidir O. İslâm devletini çok sağlam temeller üzerine kuran ADÂLET timsali Hz. Ömer; devlet hazinesinden ancak ölmeyecek kadar bir maaşı kabul eder. Gömleğinde ve dış elbisesinde bulunan muhtelif yamalar, O’nun için bir şeref nişânıdır.
Bir gün gençlerle sohbet etmekte olan Hazret-i Ömer: “Hayatımda iki şey vardır ki birini hatırladıkça ağlarım, diğerini hatırladıkça da gülerim” der. Gençler merak ederler, Halife Ömer anlatır:
“Câhiliye döneminde kız çocukları diri diri gömülürdü. Ben de bir gün kızımı gömmeye karar verdim. Ona mezar kazıyordum. Hiçbir suçu ve günahı olmayan yavrum, her şeyden habersiz meraklı gözlerle beni seyrediyordu. Arada bir “Baba yoruldun mu?” diye soruyor, o tertemiz elleriyle üzerime, sakalıma-saçıma sıçrayan toprakları temizliyordu. Ben ise, O’nu bir an önce o çukura gömüp oradan uzaklaşacaktım.
Mezar kazma işi bitince, aniden ittim içine ve üzerine hızlı hızlı toprak atmaya başladım. Yalvarmalarına, çığlıklarına hiç aldırmadım. Gözyaşlarına hiç acımadım! Ve kendi ellerimle gömdüm mezara öz evlâdımı! Bunu hatırladıkça ağlarım!
İslâm’dan önce biz putlara tapardık. Bir yolculuğa çıkacağımız zaman da, helvadan putlar yapar, yanımıza alırdık. Çünkü bir sıkıntıyla karşı karşıya kalırsak, onların bize yardım edeceğine inanıyorduk. Yolculuk süresince, tekrar evlerimize dönünceye kadar yiyeceklerimiz biter ve başka yiyecek bir şey de bulamaz isek oturur kendi ellerimizle yaptığımız putları yer, karınlarımızı doyururduk! Bunu da hatırladıkça gülerim!”
Dinleyen gençlerden birisi:
-“Ya Emirü’l Mü’minin, o zaman sizin aklınız yok muydu?” diye bir sûal eder. Yerinde ve zamanında sorulan bu sûale, sûaldan daha güzel bir cevap verir Mü’minlerin Emîri olan Hazreti Ömer (r.a.):
– “Aklımız vardı. Aklımız vardı ama hidâyetimiz yoktu! Hidâyet olmayınca akıl neye yarar? Akıl bir GÖZ ise hidâyet IŞIK’tır. Işık olmayınca, göz neye yarar?”
Hayâ timsâli Hz. Osman (r.a.) buyurmuşlar ki: “Akıl kâlpte bir nûrdur ki hak ve bâtıl onunla bilinir.”
Demek ki hidâyet nurundan mahrum olan insanın, ne aklı hakk’ı ve bâtılı birbirinden tefrik edebilir ne de gözü hakikati görebilir!.
Görünen o ki câhiliye döneminin putperestleri, bu çağın putperestlerinden biraz daha akıllı imişler. Putlarını helvadan yapar, acıktıkları zaman da oturup yer ve karınlarını doyururlarmış! Şimdikiler ise taştan, tunçtan, demirden yapıyorlar, acıktıklarında yiyemiyorlar da. Aksine, aç olan putları onları yiyor!
Ya Rab; bizim içimizi, dışımızı, kalbimizi, aklımızı hidâyet nûruyla nûrlandır.
Nûrlandır ki akıl pusulamızı, sevgili Habîbin Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) Efendimizin izinde şeriat haritasına göre kullanabilelim! (Âmin)