SİZDEN GELENLER-Çift Oluk: B(S)en ve O(D)

Her şey gizli bir hazineydi. Gizli hazine, bilinmek, cemale ayine, miratta cemalini görmek için mahlûkat, varlık oldu. An zaman olmadan, nas nisyan iken ben ilmi ezelide mahfuzken, Bezm-i elesti’de kalu bela derken, o meleklerle ibadetle meşgul gibi görünen adüvv-i Mübin idi
Bana ilim, esma talim edilirken ve eşrefi mahlûkat unvanı verilirken, melekler bana secde ederken o beni toprak olarak gördü. Çünkü O(D) ateşti ve topraktan üstündü, başını kaldırdı, kibirlendi ve ateşin üstünlüğünü savundu. Ben cennette iken, o bu saadeti bana çok görüyordu. Ben cennetin nimetleri ile tagaddi ederken ve bu nimetlerin hiç zeval bulup yok olmasını istemezken, o beni bir gaflet anında yakalayıp yasaklı meyveyi, ebedi cennette kalacağım diye bana yedirdi. Ve ben o nimetler diyarından mihnetler diyarına düştüm, kusurumun affı için Arafat’ta Rahman’a iltica ettim. Şefiul Nebinin hatırına aff edildim.
Ben Habil oldum, Rahman’a en iyi nimetleri kurban niyetine sunarken o Kabil oldu ve yeryüzünde ilk kanı döken kişi oldu. Toprak ile ateş Habil ile Kabil oldu. Ben ikinci baba olan Şit’te ilm-i hakikat iken o Kabil’in kinini devam ettirmekte kizb-i hakikatti. Ben İdris olup iğneyle pür hikmet esmayı talim edip kenzi mahfiyi müşahede ederken o kibrinden hiçbir şey eksiltmemiş kor halinde olan Cehl-i mürekkepti.
Ben Nuh’un gemisinde münadim iken Rabbe “yeryüzünde senden başkasına ibadet edenleri mülkünde gark eyle” derken, o benim oğlum olarak “yüksek yere çıkar boğulmaktan kurtulurum” diyen kişiydi. Dağ gibi dalgalardan oğla seslenirken Rahman’ın sefinesine gelip kurtulmasını isterken, o hala kibrinin esiri, batnındaki ateşin avenesiydi. Yeryüzünde sular münkiri boğarken, o hala sürüyü yakan bir ateşti. Halbuki o su taşıp aktığında ben akıp giden gemide müstakbele taşınmıştım, o ise her zamanki gibi esvelde seyrederdi lütf-i cemaliyi.
Ben Hud olarak, “Kavm- i Ad, azgınlık yapmayın” derken o tartıda hile yapıp “Biz seni kesinlikle bir beyinsizlik içerisinde görüyoruz ve seni yalancılardan sayıyoruz.” ithamında bulunuyordu. El-Kahhar, onun avanelerini yedi gün yedi gece bir bulut ve kuvvetli sada ile helak ederken ben Kabe’nin yolunu tutup Haremi-i Şerif’te taatle meşgul oldum, ebediyeti buldum. Ben Hud’un Salihlerindendim, o Semud’un kavminde sapıklığı, vurgunluğu, yol kesiciliği meslek edinmişti. Yaptığı sağlam evler, yeşil bahçeler, köşkler ve saraylarla övünürken, ben “Rahman’a itaat edin, kötülükleri bırakın.” diye nâsı sırat-ı sülahaya çağırıyordum. O benimle alay edip bir mu’cize isterken Rahman kayalardan Neml-i Salih’i lütfetmişti. O İbn Salef olmuştu, Rahman’ın hediyesini katletmişti. Üç günün sonunda korkunç bir çığlıkla ve sarsıntılarla taptığı sarayları ve putlarıyla helak ediliyordu.
Ben Halil-Rahman’da Hanif iken o Harran’da nemrut idi. Ben Azer’in putlarını kırarken o -Nemrut- rüyasında yeryüzünde bir nurun parladığını, ayın ve güneşin ışığının bu nurun karşısında kesif kaldığını görüyordu. O ateşteki nar iken ben o nar içindeki gülzar idim. O ateş yakar iken ben “ya nari kuni berden ve selamen” hıfz-ı rahmanındaydım. O bir topal sinek ile boğuşurken, kafasına tokmaklar inerken ben Kâbe’de Makam-ı İbrahim’de taşa kazınan bir mühr-i kadem-i Nebi idim. Ben Hacer ile İsmail’i Rahman’a emanet ederken, o susuz çöl olan sahrayı Hacer’e gösterip yeise, ümitsizliğe atmak istiyordu. Hz Hacer su için Safa ve Merve’de koşuştururken ben İsmail’in kademinin altındaki zemzem idim.
Unutulan İbrahim’in rüyasındaki İsmail oldum. Hatırlanıp Allah’a kurban edilirken, o ise Cemerat’ta taşlanıyordu. Ben Mina’da Allah’ın İbrahim’e bir lütfu, sadakatin, teslimiyetin abidesi, bütün günahlardan arınmış bir kul iken, o Cemerat’ta en az 21 defa taşlanan bir kezzap idi. Mekke’de güvenli bir belde kılındım. Buranın halkını, ahiret gününe iman edenlerini rızıklandır, İbrahimî duasına karşı: İnkâr edeni bile rızıklandırır, az bir zaman onu hayattan nasiplendirir, sonrada onu cehennem azabına uğratırım, o neye yaman bir sonuçtur, kelamı olarak verilen bir mukabeleydim.
Ben Sare’nin hakkı olan İshak’ıydım. Kullara vatan-ı asliyi müjdelerken, o fani oyun oyuncaktan ibaret dünya hayatını süslüyordu. Lut’ta İbrahim’e yeğen oldum. Ben insanları Rahman’a ram olmaya çağırırken, o zümre-i tağutta ifsadı telkin ediyordu. Ben Lut’a o gece misafir olurken o gözü kararmış sapkınlık peşindeydi. Ben Lut ve ailesiyle birlikte Sam‘dan ayrılırken, o başına taşlar yağıp ölü olan leşi yeryüzünü kirletmesin diye yağmurla göle taşınanlarla birlikteydi. Ben kavmime, doğrusu siz aşırı giden bir topluluksunuz, derken o nefsini kendine sadık olarak seçendi.
Kenan’da bir Yakup idim. Yusuf’la imtihan olundum. Gözlerimin feri sönünce bir gömleğe intizar eder oldum. O ise bir kurt olarak Yusuf’u parçalayan kardeş idi. Kuyuda bir inci, Mısır’da bir köle, Züleyha’nın köşkünde iftiradan kaçan bir sıddık, zindanda ise bir muallim oldum. O ise Kenan’da beni parçalayan bir kurt, kuyuda beni boğan bir su, kervanda beni köle diye satan bir tüccar, sarayda Zeliha’nın iftirası olmuştu. Ben Mısır’da bir aziz iken, o buğday dilemeye gelen bir zelil kardeşti. O(nlar) Bünyamin’i hırsızlık yapan kardeşin yaveri olarak görürken, ben o(nlar)a karşı şefkatin timsali ve Yakub’un gözlediği gömlek idim. O dünya hayatının bütün şaşası, zevki, rütbesi, saadeti iken, ben -teveffeni müslimen ve elhıkni bissalihin- deyip ölümü isteyen Rahman’a kavuşan sıddık-ı yar idim.
Eyüp’te timsal-i sabır oldum. Koyunlarımı sel, ekinlerimi rüzgâr alırken; o çoban olarak yanıma gelip mallarımın ve servetimin telef olduğunu söyleyen muteriz idi. Ben Allah’a şükürde bulundum, “Üzülmem, malı veren Rabbim, şimdi aldı. Çünkü sahibi odur” derken o perişan bir münekkid idi. Depremde ölen çocuklarımı bana feryadü figan ederek haber verdi. Ben, “Sen iblissin, beni Rabbime isyana teşvik edersin, ben Rabbime şükür ederim.” dedim. Dert içinde kader, keder içinde er, imtihanda sabrı buldum. Sabrın sonunda kademin tahtından çıkan soğuk suyla yıkandım. Suyu içtim, ben sabırlı bir kul oldum, Rahman’a döndüm. O bedenimdeki yaralardan tevellüd eden kurt olarak zikir ve mahall-i iman olan kalbimi yaralıyordu. O her bir günah içerisinde küfre giden bir yol iken ben onu yılan olmadan istiğfar ile temizleyen Sabir idim. O “bel rane ala kulubihim” ile mühürlenirken ben ayine-i Samed’e açılan bir kapıydım.
Firavunun sarayında Musa oldum. Musa’nın elinde, sihirleri yutan asa oldum. Musa’nın koynunda karanlığı yaran yed-i Beyza idim. Tur dağında kelimullah, bahr-ı Ahmerde rah-ı necat, Kudüs’te Beytül Makdis, Medyen’de Safura’nın sadakati, Asiye’nin kucağında İbn İmran, Nil’e bırakılan Nüceyb’in rüyası, Tih sahrasında İsrailoğulları’na selva ve men helvası, firavuna karşı -rabbişrahli sadri ve yessirli emri- idim. O ise Mısır’da kendisine dağ gibi mezar piramitleri yapan Haman’ın efendisi, rüyasında “israiloğullarından bir çocuk dünyaya gelecek senin saltanatını yıkacak” dendikten sonra çocukları öldüren ilahcık.
Sakalı çekilince korkuya kapılan kıpti, Musa’nın ağzında ateş, Musa’nın asası karşısında aciz kalan pir-i sihirbaz, iman eden sihirbazları öldüren cani, suyu kan gören basiretsiz, bit ve çekirge afatına karşı aciz kalan mücrim, kurbağa ve karınca afatında sarayını kaybeden nankör, Kızıldeniz’de sulara gömülürken, “Musa’nın iman ettiği Allah’tan başka bir ilah olmadığına inandım ve ben de Müslümanım” diyen çürümemiş ceset, sahil-i selamete çıkan israiloğullarını yoldan çıkaran Samir’in elindeki buzağı, Karun’un yere batan hazinesinden başkası değildi o(d).
Ben Harun’un ağzında, Musa’nın diliyken o her ağzını açarken, konuşmak isterken ağzına, midesine kurbağa kaçan Haman’ın fani tanrısıydı. Ben Eyke’de Şuayb’ın hitabeti, Musa’nın korunağı, “Benim ile kavmim arasında hak bir hüküm.” idim. O(D) ise Medyen’de yolda durup tartıda hile yapan, zelzele ile toprağa gömülen binasip idi.
Ben Davut’un elinde demiri hamur gibi yapan -elennalehül hadid- iken o Talut’un ordusunda yer alan Calut idi. Ben halife-i zemin Süleyman’ın babası, yüksek bir seda, hoş bir eda, lisan-ı cebel, ser zakir-i rahman, geceleri namaz, gündüzleri oruç iken, o ifsadını ben-i Âdem’e taşıyan müfsit idi.
Ben Beytül Makdis’te Süleyman, kuyuda mühür (yüzük), cinlerin efendisi, celb-i ervah, ruyi zemini gören, temaşa eden hâkim-i adalet pişe, taht-ı Belkıs’ın Şam’daki sureti, sırrı halife-i zemin idim. O Beytül Makdis’i harap edip altını oyan Ben-i Yahuda idi.
Lokman’da dertlilere derman, oğla nasihat, marizlere şafii rahman, nefes-i Lokman oldum. O(D) ise yeryüzünde yanaklarını böbürlenerek şişiren, kibirlenen, övünen, sesini yükselten hamir idi. Üzeyir’de sır oldum, o ise ibnullah iftirası atan müşrik idi. Hıdır’ın elinde ab-ı hayat, bengisu, Musa’ya yoldaş, ilmullah idim. O ise gemide Hızır ile yapılan yolculukta, iller de gasp eden zalim bir kral suretinde küçülmüş bir zalim idi.
Ben mazlumu koruyan sedd-i Zülkarneyn iken o ise Yecüc-Mecüc idi. Ben denizde Yunus -Batnı hutta- necat bulur iken o bindiğim sefinede beni uğursuz yolcu sayıp denize atan kaptan-ı derya idi. Ben Zekeriya’da hamd-i ilahi, ruhül Kudüs’ü müjdeleyen Yahya iken, o beni (Zekeriya) testereden geçiren, derimi soyup beni öldürdüğünü sanan zalim-i cebbar idi. Ben Meryem’de İbn Betül, beşerde Adem-i sani, ölülerde nefes-i hayat, beşikteki kelam-ı ilahi, Hatay’da şehrin uzak noktasından koşup cennete giren Habib-i Neccar oldum. O beni çarmıha gerdiğini sanarken kendisi çarmığa gerilen, baksa da görmeyen, önünde ve arkasında setler örülen muhbir idi. Ben İsa’nın elinde İncil, o İznik’te papazın elinde Matta, Luka, Yuhanna, Markos ihaneti oldu.
Ben Abdülmuttalib’de uğruna yüz deve kurban edilen Abdullah, Ka’be’de zemzem, Amine’de Muhammed, kainatta Sultan-ı Levlak, Miraç’ta Ahmed, cevv-i semada Şakk-ı kamer, dest-i Nebi’de on çeşmeli ab-ı kevser, Ebu İbrahim’de sebebi bani-i Cennet, münkire -Ve ma rameyte iz rameyte- hitabı, Mekke’de Emin, Medine’de Habip, Şam’da sırr-ı Buheyra, İstanbul’da Eba Eyyub el Ensari, Fatih-i Konstantini, Bedir’de gökten inen asakir, Uhud’da Şehid-i Şüheda, Hayber’de Ali-i Murteza, Mute’de Seyfullah, Bekir’de Sıddık, Ömer’de Faruk, Osman’da Zinnureyn, Ali’de Haydar-ı Kerrar, mücrimi ümmete şefi-i müznib idim.
Fuzuli’de:
Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme
İktidâ kılmış tarîk-ı Ahmed-i Muhtâre su
Galip’te:
Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin efendim,
Hak’dan bize sultan-ı müeyyedsin efendim.
Nabi’de :
Sakın terk-i edebden kuy-ı Mahbub-i Huda’dır bu
Nazargah-i ilahidir, Makam-ı Mustafa’dır bu
Her mecliste:
“Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl. Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?” kelamı oldum.
O(d) ise geceleri inanmadığı halde Kur-an’ı gizli dinlemeye gelen Ahnes, cehaletin babası Ebul Hakem / Ebu Cehil, hamma letel hatab’ın efendisi Ebu Leheb, Sevr dağında gözüne örümcek ağı örülen âmâ, Yemen’de Kur’an’ı nazire getiren Müseylimetül Kezzab, Kerbela’da Yezid, Bağdat, Horasan, Buhara’da Cengiz Hülagü, Hüdavendigar’ın bağrında Miloş, selameti görmeyen yek çeşm, hakikati duymayan samma, ebkem idi.
Evet, zaman nehrinde akan her oluk çiftti: B(s)en, O(d)
Her şey akar; su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.
Ve bu olukların döküldüğü bir havuz vardı: b(S)en ve o(D). Şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden bir dalın iki meyvesi: ben ve o. Bir oluktan nar, sakil süfli; diğer bir olukta Nur, sürur, ulvi… İki oluk ve iki mahzen: Fenası ve iyisi… İki havuzu olan, birinde habisat ve müzahrefat, diğerinde safiyet ve tayyibat. İki tecelligah biri Lütf-u rahmet diğeri kahır ve azametin ayinesi olan mekân-ı nar.
Ve zamanın tekrar an olduğu o anın hiç bitmediği Cinan-ı Cemal, bi-nur narın olduğu mekânı zebani… Ben=SEN
Sen ve ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber kılavuz
Necip Fazıl Kısakürek
Netice-i kelam:
Ben ben diye yazdımsa da sensin yine ol ben
Hiçten ne çıkar hem bana benlik yine senden