Musibet İçre Rahmet

Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerîm’de “Olur ki siz bir şeyden hoşlanmazsınız halbuki hakkınızda o bir hayırdır ve olur ki bir şeyi severseniz halbuki hakkınızda o bir şerdir, siz bilmezken Allah bilir” buyurmaktadır.[1] İnsandır bu çünkü, kuşatıcı bir ilme sahip olmayandır. Sınırlarıyla yaratılan, sınırlı bir varlıktır. O halde bir hadisenin gerçek hikmet, sebep ve neticeleri yalnızca Allah nezdinde hakiki manada bilinebilir. Tevekkül de tam olarak budur işte. İşleri O’na teslim etmenin, “Ben bilemem Rabbim, sen bilirsin” diyebilmenin başka adıdır.
Geçtiğimiz günlerde yaşadığımız büyük afete bu ayetin penceresinden baksak güzel olmaz mı? Sahi, bundan başka bir çıkış yolu, bir itminan vesilesi var mı ki? Hadiseler karşısında akla düşen “Neden?” sorusuna cevaben kul olarak yetersiz ve aciz olduğumuzu ikrar ediyor, şimdi göremesek de bu büyük musibetin, içinde büyük bir rahmet ve hayır barındırdığına Rabbimize güvenerek iman ediyoruz. Aczimizi itiraf ettiğimizde ise, meseleleri Rabbimize teslim etmenin rahatlığını kalben yaşayacak, sıkıntılar içinde olsak da gönlümüz gül bahçesi olacaktır Allah’ın izniyle.
Büyük tablodaki ince hikmetleri Rabbine bırakan kulun, kendine düşen vazifesi nedir peki? Öncelikle, bu musibetle birinci dereceden muhatap olan kardeşlerimizin her biri destansı bir mukavemet ile ilahi takdire rıza göstermekte, teslimiyet ile kulluk vazifelerini ifa etmekteler. Ve bu sabır sayesinde, Allah’ın izniyle uhrevi olarak büyük kazanç içerisindeler. Ama diğer taraftan bu felaketin doğrudan muhatabı olmayan diğer Müslümanlar, acaba en az deprem bölgesindekiler kadar büyük bir imtihan içerisinde olduklarının farkında mı? Deprem sadece depremi yaşayanların mı imtihanı? Yoksa vatanın, hatta ümmetin her bir ferdi kendi imkân, vicdan ve fedakârlıklarına göre imtihan mı vermekte?
Evet, her birimiz bu mevzuun dolaylı muhataplarıyız. Öncelikli olarak depremden etkilenmiş tüm kardeşlerimize içten ve samimi bir şekilde destek olmak durumundayız. Herkes kendi imkânlarına göre elinden gelenin en iyisini yapmalıdır. Depremin yıkımı hem maddi hem manevidir. Bu sebeple maddi durumu olanlar depremzedelerin maddi yaralarını sarmaya gayret ederken her birimiz depremin manevi yaralarını sarmak için de bıkmadan, usanmadan çalışmalıyız.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) tüm musibetlerin bir mağfiret kapısı olduğunu haber vermektedir: “Bir Müslüman’a herhangi bir musibet, bir sıkıntı, bir keder, bir üzüntü, bir eziyet, bir gam dokunursa, hatta kendisine bir diken bile batarsa, mutlaka Allah bunları onun günahlarına kefaret yapar.”[2] Bu müjdeye nail olabilmek için dikkat etmeli, sabredenler arasında olmak için gayret etmeliyiz.
Son söz olarak, insanoğlu unutan bir varlıktır. Üzerindeki nimetleri, Rabbinin ikram ve ihsanlarını çok kolay unutur. Ne kadar büyük bir rahatlık içerisinde olduğunu göremez, fark edemez. Peygamberimizin buyurduğu gibi “zaman ve sıhhat” konusunda aldanandır. Niyazım odur ki, bundan sonramız öncemizden hayırlı olsun. Sağlıkla geçirdiğimiz günlerin, Allah yolunda koşturarak zekatını verelim. Zamanı, kendimiz açısından en ideal şekilde kullanarak ümmet adına faydalar hasıl edelim.
Ve billâhi’t-tevfîk.
[1] Bakara 1/216
[2] Buharî, Merda 1; Müslim, Birr 52