Bu İşte Bir Terslik Var

Bu İşte Bir Terslik Var

Yıllardır görüşemediğimiz on beş kadar eski arkadaşla toplandık geçen gün. Eskileri hatırlarız, güleriz, farklı hayat tecrübelerimizle birbirimize iyi geliriz diye düşündük. Ancak herkes yirmi yılın birikmişini iki saatte anlatmaya çalışınca düşündüğümüz gibi olmadı. Sanki on beş dil ve otuz kulak olması gereken masamızda otuz ağız vardı da kulak sırra kadem basmıştı. Kimisi erken çalışmaya başlamanın yorgunluğundan, kimisi hemen çocuk sahibi olmanın yoğunluğundan, kimisi gamsız kocasından, kontrolcü kaynanasından, kimisi bir artı bir yalnızlığından, her şeyi tam gibi olanlar 28 Şubat’tan, 15 Temmuz’dan yakındı durdu. Ortama dibi tutmuş yemekten çıkan siyah duman gibi bir uğultu yayıldı, kimse kimseyi dinlemiyordu, hepimiz kendi acımızın daha büyük olduğunu düşünüyorduk. Bir ara “Evet sen bunları yaşamışsın ama en azından maddi durumun iyiymiş ya ben ne yapayım?” cümlesi takıldı kulağıma, “Senin de baban sağmış ama benim o da yoktu,” serzenişini duydum sonra. Tüm arkadaşlar söz birliği etmiş ne kadar mutsuz olduğunu ispatlama yarışındaydı sanki. Nazar değmesinden mi korkuyorduk acaba?

Limonlu kek yaparken unu fazla kaçırdığımızda kek bisküvi gibi sert olmasın diye yağı, yoğurdu tarife göre biraz daha fazla katarız, hamur çok olur ama pişince konuya komşuya dağıtırım niyetiyle daha pişmeyen kekten sadaka sevabı kazanırız. Şeker az geldiyse pişince üstüne pudra şekeri atarız, bir şekilde el yordamıyla dengelemeye çalışırız. Yani keki öylece çöpe atmayız ya da fazla olan una yoğunlaşıp onu ayrıştırmaya çalışmayız. İşte, lise buluşmamızın kıvamı aynen buna benziyordu; fazla gelen un hakkında konuştuk durduk. Herkes ait olduğu yerde değilmiş ve bu yüzden acı çekiyormuş gibi görünüyordu.

Yakın zamanda izlediğim 2003 yılında çekilmiş Büyük Balık isimli bir film geldi aklıma. Şu an bir psikoloğa gitse muhtemelen bir hastalık etiketi yapıştırılacak bir baba var başrolde. Hatıralarına fantastik bazı eklemeler yapıyor, dramatik olayları bile komik öğelerle zenginleştirerek hikayeleştiriyor ve oğluna “İnsanı yaşatan hayalleridir, bir adamın anlattığı hikayelerin hatırlanması o adamı ölümsüz kılar,” diyor her fırsatta.

Tabi evlat büyüdükçe anlatılar çekiciliğini yitiriyor ve babanın gerçekçiliği sorgulanmaya başlıyor. Başrolümüzün vefatının ardından ise güven tamamen sarsılıyor, ta ki babanın öykülerinde bahsettiği insanlar defin için gelene kadar. Evlat, babasının anlattıklarının nüans farklılıklarını saymazsak gerçek olduğunu cenaze töreninde görüyor. Fark ediyor ki yaşamı eğip bükerek anlatmak değilmiş babasının yaptığı, ürününü daha güzel göstermek için cafcaflı ambalajlara saran fabrikalar misali dertlerini büyülü olaylarla harmanlamak, çocuğunun zihnine hikayesini kazımakmış. Hikâyeye inanmak gerekmiyormuş üstelik hikâyenin anlattığı şeye inanmak yeterliymiş.

Dayanamayıp yaşlı bir adamın yanına gidiyor “Peki babam senin için ne yaptı?” diye soruyor, adam sakallarını sıvazlayarak gülümsüyor “Beni güldürdü.”

Bir babanın oğluna vereceği en büyük miras onu güldürmektir.

Etrafımda bir göz gezdiriyorum babası ile beraber eğlenen, babasının esprisine katıla katıla gülen bir evlat arıyorum. Yok bulamıyorum ya da bana denk gelmiyor. Babasını başı eğik, gözlerini önündeki halının desenlerine kitlemiş sessizce dinleyen belki de konuşacağı-cevap vereceği günü sabırla bekleyen çocuklar veya babasına hiç söz hakkı vermeden “vır vır zır zır” konuşan evlatlar düşüyor bahtıma. Sürekli yoksulluklarını, yaşanmamışlıklarını, ezilmişliklerini anlatan kadınlar, kızına “Benim gibi olma!” diyerek aslında kendi gibi yapan anneler, acı acı acı, kendi hayatından ıstırap bulamayınca televizyondaki dertleri, oradakiler eskiyince geçmiş hüzünlerini, kriz-darbe-yoksulluk dönemlerini anlatarak da şarj olan ebeveynler çıkıyor karşıma. Neredeyse birbirlerinin düşüncelerini duyabilecek kımıltısızlıkta sessiz aileler, sembolik konuşmalar ve sinsi dokundurmaları iletişim zanneden akrabalar göz kırpıyor bana.

Sonra öksüz ve yetim büyüyen birisi geliyor aklıma. Hepimizin başına gelen musibetlerin toplamı başından gelip-geçen, ancak bir acı edebiyatına, kurban psikolojisine, “Ah annem olsa Bedir’ i kazanırdık, ah babam yoksun Taif’ te taşlandık.” arabeskine düşmeyen bir insan. “Peki, biz bu acı sevgisini (hüzün demiyorum bakın) kimden öğrendik?” sorusu çıkıyor karşıma sonrasında. (Sadece oturarak su içmek değil ki Peygamberimizin sünneti, üzüntü karşısında takındığı tavır da dine dahil değil mi?)

Hz. Hüseyin’in katlinin üzerine mezhep kuran Şia’dan mı, bir Peygamberin çarmıha gerilişinin üzerine din inşa eden Hristiyanlardan mı? Ama onların göz yaşına ihtiyacı var, yoksa mezhep ve dinin ritüelleri, birleştirici unsurları gidiyor ellerinden. Bir ıstırabın üzerinde dimdik ayakta duruyor koskoca bir din ve milyonlarca müntesip. Ancak İslam öyle değil ki; Raci vakasını, Hz. Hamza’nın şehadetini ya da Peygamberimizin Refiki alasını değil Hicreti yılbaşı yapmışız kendimize. Bu heyecanlı başlangıcın penceresinden bakmışız Allah’ın Asr suresinde yemin ettiği vakte. Hz. Peygamber zaferler kazanmış, tertemiz bir soy bırakmış, görevini başarıyla tamamlayıp ardında binlerce inanan kalp varken vefat etmiş. Bu işte bir terslik yok mu?

İnsanı yaşatan hayalleridir.

Şimdi sunum çok önemli insanlar görünüm meselesinden dolayı kolay kolay evlerine misafir dahi kabul etmiyorlar. Peyniri, zeytini bile göze hitap edecek şekilde yerleştiriyorlar masaya. Peki, hala acılarımızı neden sunumsuz, çırılçıplak sergiliyoruz? Kolektif üzüntülerimizi fantastik ve hatta trajedik bir şekilde anlatamayıp her ölüm yıl dönümünü, her acı günümüzü “unutmadık, unutmayacağız” sözleriyle geçiştiriyoruz. Halbuki meramımızı hikayelerle anlatsak belki her bulduğumuz köşede acımızı anlatmak için etrafı kollamayayız. Ve lise, üniversite, hatta akraba buluşmaları yepyeni başlangıçlara vesile olur, ne dersiniz?

Saldıran bir köpeğe mücadele etmek bağırmak çağırmak yerine onu bir sopa at onu yakalayıp sana tekrar getirsin korktuğun birçok hayvan aslında kendini yalnız hissettiği için sana öyle kötü davranır belki onu onunla oyun oynasan o sana zarar vermeyecek.” dedi baba oğluna. Kupkuru hayal gücünü biraz renklendir dedi belki ya da düşman olarak gördüğün dosttur, o övündüğün acı komik olabilir demek istedi kim bilir.

Sizi çok yalnız bıraktım. Ama bil ki ne yaptıysam sizin için yaptım. Sen ve annen için. Büyük bir gölde büyük bir balık olmak istedim. Küçük gölde küçük balık olmak yetmedi bana. Oğul cevap verir:

-İyi ama büyük adamın ölçütü ne? Çok iş yapmak mı? Çok para kazanmak mı? Çok seyahat etmek mi? Ne zaman karar verdin büyük balık olduğuna. Baba durup, düşünür:

-Bir baba, oğlu tarafından ne kadar çok seviliyorsa, o kadar büyük bir balıktır deryada.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.