Senin İsmin (Yetim) Ali

Senin İsmin (Yetim) Ali

Güneşin doğuşu başlamış, sabahın ilk ışıkları köyün üzerine yayılmaya başlamıştı. Horozların sesi kesilmiş ve yerine köyün yukarısından aşağı doğru gelen koyun sürüsünün sesi yükselmişti. Kahveci Zafer Efendi ahşap masaların üzerinden renkleri solmuş tahta sandalye ve tabureleri indirirken orta çeşmenin karşısında bulunan jandarma cipini görünce gözlerini ovuşturarak dikkatlice baktığında Muhtarı, Abdullah Hoca’yı ve Reşat Çavuş’u görünce elindeki işi bırakarak hızlı adımlarla yanlarına yanaştı. Köyün çobanı Yörük Ali de sürüyle yaklaşıyordu. Birden etrafında çobanı ve kahveciyi gören Reşat Çavuş konuşulanları diğer köylülerce duyulmaması için muhtar Kerim Efendi’yi ve Abdullah Hoca’yı yanına alarak jandarma cipine yaklaştı ve onlara “ Bu kâğıt bende kalacak ağalar, ben buradan giderken Abdullah Hoca’ya teslim edeceğim ama şimdilik bu kâğıtta yazanlar ile ilgili kimsenin ağzını bıçak açmasın, bu sabi sübyan önce Allah’a sonra size emanet, ben gerekli tahkikatı yaparım sizi karakola çağırırım, hadi Allah’a emanet olun” diyerek cipine binerken gür sesiyle “Araç bin” diyerek askerlere seslendi.

Reşat Çavuş’un gidişi ile muhtar Köse Kerim ile Abdullah Hoca birbirine bakakaldı. Kahveci Zafer Efendi ve Çoban Yörük Ali yanlarına gelerek önce bir muhtarı ve beli bükülmüş Abdullah Hoca’yı şaşkın bakışlar ile belli bir müddet izledikten sonra Yörük Ali tutamadı kendini ve “Hayrola muhtarım niye gelmiş jandarma bizim köye” dedi. Muhtar Yörük Ali’ye dönerek cebinde bulunan tabakasından bir sigara çıkartıp yaktı. Tam konuşacakken aklıma Reşat Çavuş’un sözleri geldi ve biran duraksayarak “bir şey yok Yörük Ali köyden gece vakti geçen birisini arıyorlar, siz gördünüz mü gece vakti caminin oralarda birisini” dedi. Kahveci Zafer Efendi çay bardağı yıkamaktan buruşmuş elleri ile kirli sakallarını karıştırarak “anarşist mi arıyorlar yoksa muhtar köyde” dedi. İlk defa anarşist kelimesini duyan Yörük Ali “anarşist nedir Zafer Ağa” diye sorunca muhtar Köse Kerim “ eşkıya, Yörük eşkıya” diye söylendi kendi içinden. Abdullah Hoca kafasında onca soru ve tedirginlik ile aralarından yavaş yavaş uzaklaşıp evinde döndü.

Evinin tahta kapısını hafifçe iterek açtığında kapı gıcırdaması ile içeriye “destur var mı Emine Hanım” diyerek seslendi. Odada Komşu Hayriye Hanım ve gelini de vardı. İçeriden “buyur gel bey” diye seslendi Emine Hanım. İçeriye girince Hayriye hanımın kucağında duruyordu bebek. Abdullah Hoca misafirlerin olduğu tarafa pek bakmadan “Emine Hanım bir gel hele” diyerek mutfağa çağırdı hanımını. Emine Hanım da aynı tedirginlik ve şaşkınlık içerisinde Abdullah Hoca’nın gözlerine bakarak “ne oldu bey, ne diyor Reşat Çavuş, ne yazıyormuş okudunuz mu” dedi. Abdullah Hoca önce bir yutkundu ve başında siyah işlemeli beyaz yazma olan eşine biraz baktı ve “adı Ali, ama ne soyadını dedi Reşat Çavuş ne de başka bir şey” bize başka kelam demeden aldı yazıyı gitti” dedi. Sorularına cevap alamayan Emine Hanım “adı Ali mi bu kuzucuğun bey” diyerek ağlamaya başladı. Yıllardır rahmetli babasının adı olan Ali Rıza ismini oğlu olursa koymak hayalinde vardı. Durumu anlayan Abdullah Hoca da gözyaşlarına hâkim olamadı ve birbirlerine sarılarak ağladılar.

Mutfaktan salona hanımı Emine Hanım ile gelen Abdullah Hoca sobanın yanındaki mindere oturuverdi. Onlar mutfakta konuşurken Hayriye Hatun’un gelini Fadime kundakta duran bebeği emzirmiş, altını temizlemişti. Karnı doyan bebeğin yanaklarındaki ölümün soğukluğu çekip gitmiş küçücük elleri ve ayaklarına aile sıcaklığı gelmişti. Kara kara zeytin gibi gözleri ile çevresini izleyen bebeği Emine Hanım’ın kucağına veren Fadime gelin annesine dönerek “ana biz gidelim mi, benim çocuk uyanmıştır” dedi. Gelini ile birlikte Hayriye Hatun da kalktı ve kapıya doğru yöneldi, çıkarken “Emine ablam biz beylerin kahvaltısını hazır edelim, kümesi açalım, hemen geri geliriz, bir şey olursa hemen haber et bize” diyerek Abdullah Hoca’nın evinden hızlı adımlarla uzaklaştılar.

Kucağındaki bebeğe bakan Emine Hanım’ın yüzünde bir tebessüm oluşmuştu. Hayranlıkla daha kırkı bile çıkmamış bu çocuğa bakan Emine Hanım kundakta duran bebeği Abdullah Hoca’nın kucağına doğru uzatarak “tut bakalım bey, Rabbimiz yıllar sonra bize bir yoldaş gönderdi” dedi. Usulca bebeği kucağına alan Abdullah Hoca kara gözleri ile kendisini izleyen bebeği görünce, aynı Emine Hanım gibi Abdullah Hoca’nın da gözlerinde şefkat ışıkları parlıyordu. Birden aklına bu bebeğin adını kulağına okudular mı diye bir şüphe düştü. Köyde doğan her bebeğin kulağına ezanı ve kameti Abdullah Hoca okur ve isimlerini koyardı. Hanımına dönerek “hanım ben bu sabi sübyanın kulağına ezanını okuyuvereyim, adına Ali demişler ama bu bebek daha 1 haftalık anca vardır” demesi ile hanımı da “Oku bey okunmuşsa bile ikinci defa okumaktan bir zarar gelmez” dedi. Ayağa kalkıp kıbleye yönelen Abdullah Hoca bebeğin sağ kulağına ezan sol kulağına kamet okuduktan sonra “senin adın Ali” diye sağ kulağına 3 defa seslendi.

Aradan 1 ay geçmiş, tüm köyün dilinde Abdullah Hoca’nın evindeki kimsesiz bebek vardı. Köylüler bebeği ziyarete geliyor, kimisi kundak, kimisi zıbın kimisi beşik, kimisi de bebeğe yorgan getiriyordu. Abdullah Hoca’nın evine bebek üşümesin diye odun bile getiren vardı. Emine Hanım vakit buldukça Ali’yi kucağına alıp Hayriye Hanım’ın gelininin yanına emzirsin diye götürüyordu. Muhtar Köse Kerim’de, Reşat Çavuş’un yanına varıp çocuğa kimlik lazım olduğunu nasıl halledeceğini sormuştu. Reşat Çavuş zabıt tutmuş ve Köse Kerim’e vermişti. Abdullah Hoca ile birlikte şehir merkezine giden Köse Kerim bebeği Abdullah Hoca’nın nüfusuna kayıt ettirmişti. Bir ayın içerisinde bebeğin bereketi evin her yanını sarmış, Abdullah Hoca’nın belindeki ağrılar bile onca koşturmaya rağmen ağrımamıştı, Emine Hanım sanki 20 yaşında genç kız gibi her gün üç dört defa Hayriye Hatun’un evine gidiyor, eve gelip bebeğin altını temizliyor, bebeği sallayıp uyutuyor, yemek hazırlıyordu.

Bir ay içerisinde hiç bir eksiği kalmayan bebeğin adına köylüler şimdiden Abdullah Hoca’nın Ali’si demeye başlamışlardı, Abdullah Hocanın ailesi cumhuriyetin ilk yıllarında Çukurova’nın varlıklı ama mütevazı olarak ileri gelenlerinden oldukları için Soy isimi kanunu çıktığı zaman Abdullah Hoca’nın babasına “en şerefli” manasına gelen “Eşref” soy ismini vermişlerdi. Ailesinin soy ismine layık şekilde yaşayan Abdullah Hoca bir lira dahi haram para yememiş, kimsenin hakkına tecavüz etmemiş ve aynı soy isimi gibi şereflice yaşamıştı. Abdullah Hoca’nın nüfusuna aldığı bebeğin adı da artık Ali Eşref olmuştu.

Aradan günler su gibi geçip gidiyordu, köye kimi zaman traktörler geliyor sarı sarı buğdayların hasadına yardım ediyor, tüm köylü birbirinin yardımına koşuyordu. Kış aylarında herkes evlerine çekiliyor, yazdan kurutulmuş patlıcanlar, dolma oluyor, bamyalar yemek oluyordu. Yazlar kışları özletiyor, kışlar yazları özletiyordu. Kimisinin çatısından yağmur suyu derdi oluyordu. Kimisinin de hastalanan çocukları derdi oluyordu. Yaz aylarında telaş bitmiyor, tüm köylü geçinecek kadar hasadı kaldırmayı ümit ediyordu. Harman zamanlarına vakitler akıp giderken Abdullah Hoca da camide kış aylarında camide yaşlılara yaz aylarında rahle başında köyün haylazlarına Kur’an-ı Kerim öğretiyordu. Abdullah Hoca artık yanında oğlu Ali’yi de götürüyordu. 4 yaşına gelmişti Ali, babası Abdullah Hoca’nın yanından hiç ayrılmıyordu. Simsiyah gözleri, kara saçları ve karakaşları vardı. Tebessüm ettiğinde yanağında beliren gamzelerini gören her köylü Ali’yi kucağına alıp seviyordu.

Ali’nin köydeki tek arkadaşı Hayriye Hatun’un torunu Fadime gelinin oğlu Osman olduğu için çoğu zaman camiden dönerken köpekleri betoyu da yanına alır. Osmanların evinin önündeki havluda oynamaya giderdi. Reşat Çavuş köye her geldiği zaman Abdullah Hoca’nın evinin önünde duruyor, Ali’yi yanına çağırıp kucağına alıyor, hatta jandarma cipine bindirip gezdirdiği bile oluyordu. Tüm köylü tarafından seviliyordu. Kahveci Zafer Efendi her sabah camiye babası ile giderken koşup yanına geliyor, Ali’nin cebine renkli leblebi koyuyordu. Herkesin sevgisini kazanan Ali babasının yanında cami ile ev arasında mekik dokurken 7 yaşına gelmişti.  

Okul çağına gelen Ali’yi ve Osmanı muhtar Köse Kerim Efendi yan köydeki ilkokula götürüp yazdırmış köye çocuklar ile yürüyerek geri dönüyordu. Abdullah Hoca’nın evinin önünde duran beyaz renkli aracı görünce Reşat Çavuş’un olduğunu anladı, yanındaki çocukları Hayriye Hanım’ın evine gitmeleri için tembihledi. Abdullah Hoca’nın evinin kapısında duran Reşat Çavuşla selamlaşma muhtar durumu biraz anlamıştı. Reşat Çavuş’un tayini yapılmıştı. Yıllar evvel Ali’nin cami avlusunda musalla taşı üzerinde ilk bulunduğuna koynunda beze sarılı olan saman kâğıdı Reşat Çavuştaydı. Reşat Çavuş saman kâğıdını yine aynı beze titizlikle sarmış şekilde Abdullah Hoca’ya uzatarak; “Hocam bu kâğıtta yazanları bir tek sen ve muhtar biliyorsunuz. Günü gelince bu kâğıdı Aliye hanginiz müsait olursa verirsiniz. Lakin unutmayın burada yazan bilgiler sizden başka birisi tarafından duyulursa bu çocuğa zarar verebilirler” diyerek, Hayriye Hanım’ın bahçesinde arkadaşı Osman ile oynayan Aliye seslenerek yanına çağırdı.

Ali, Reşat Çavuşu sevdiği için koşarak yanına geldi. Reşat Çavuş, Ali’yi kucağına alarak ayağa kalktı ve “Ali ben artık gidiyorum, biz askerler bir memlekette çok duramayız, şark görevleri için Erzurum’a gidiyorum. Ama mutlaka seni ziyarete geleceğim” diyerek yanaklarından öptü ve Ali’yi yere indirerek arabasının arkasında Ali’ye aldığı siyah okul önlüğünü, ayakkabıyı ve çantayı uzatarak “al bunu, benden sana hatıra, güzel kullan ha, yanına tekrar geldiğim zaman soracağım” dedi. Ali’nin kara gözlerinden ışıklar saçıyordu, Reşat Çavuş’un gideceğini üzüntüsünü unutmuştu. Okula gitmeyi çok istediği için önlüğü ve çantayı kucağına alarak annesi Emine Hanım’a göstermek için eve doğru kucağında malzemeler ile koşmaya başladı. Muhtar, Reşat Çavuş ve Abdullah Hoca arkasından bakarak güldüler. Reşat Çavuş muhtar ile sarılarak vedalaştı. Sıra Abdullah Hoca’ya gelince beli bükük şekilde kendisine bakan Abdullah Hoca’ya bakışlarıyla bir şeyler anlatırmışcasına baktı. Bastonunu tuttuğu sağ eline doğru öpmek için yeltendiğinde Abdullah Hoca elini geri çekerek “Aman komutanım olur mu öyle şey” diyerek sarıldı Reşat Çavuş’a. Veda ederken Reşat Çavuş’un kehribar renkli gözlerinden yaşlar akmıştı. Gözlerini mendili ile silerek beyaz renk Renault arabasına binerek köyden ayrılmıştı Reşat Çavuş.

Reşat Çavuşun gidişi köylüleri de üzmüştü, tüm köylüye yardımı dokunmuştu, kimisinin hastasını kendi arabası ile doktora götürmüş, kimininde çocuğuna bayramda kıyafet bile aldığı olmuştu. En sonda Ali’ye okul için önlük, çanta ve ayakkabı almıştı. Aradan geçen bir ay sonrasına 1997 yılının Eylül ayı gelmişti, tüm köylü hasadını kaldırmış, yaz aylarının yorgunluğunu yeni yeni atıyordu, okullar için ilk zil çalacaktı. Pazartesi günü sabahtan oğlu Ali’ye kahvaltı sonrasında beslenme çantasını veren Emine Hanım önlüğünü, gri renkli kumaş pantolonunu siyah kunduralarını giydirmişti, kapıya çıktığında Hayriye Hatun’un gelini Fadime gelinin oğlu Osman’ı da aynı şekilde hazırlamıştı. Fadime gelin Ali’nin sütannesiydi ve annesi Emine Hanım kadar onu da seviyordu. Sütkardeşi Osman ile kapının önünde Fadime gelinin elini tutan Ali, annesi Emine Hanım’a el salladı ve okula doğru yürümeye başlamışlardı.

Okulun ilk günüydü, Ali ikinci defa köyden ayrılıyordu, daha önce okula kayıt yaptırırken muhtar Köse Kerim ile çıkmıştı köyden ilk defa. Tüm çocuklar heyecan ile istiklal marşını okumuşlardı, kimin hangi sınıfta olduğu açıklanıyordu. Sıra Ali’ye geldiğinde müdür bey yüksek sesiyle bağırdı ve “Osman Özdemir, Ali Eşref” 1/B sınıfına…

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.