İlmi Köreltme

وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَاَ الَّـذٖٓي اٰتَيْنَاهُ اٰيَاتِنَا فَانْسَلَخَ مِنْهَا فَاَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ فَكَانَ مِنَ الْغَاوٖينَ ﴿١٧٥﴾
“Kendisine kanıtlarımızı verdiğimiz, fakat onları bir kenara atan, bu yüzden şeytanın peşine taktığı, nihayet azgınlardan olan kişinin haberini onlara anlat.” (Araf, 175)
“Kendisine kanıtlar (ayetler) verildiği bildirilen kişinin kim olduğu hususunda değişik yorumlar vardır. Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu kişi İsrâiloğulları’ndan Bâûrâ (veya Eber) oğlu Bel‘am’dır; buna göre ayetin asıl muhatabı da yahudilerdir. Bu kişinin adı Tevrat’ta Beor’un oğlu Bal’am olarak geçmektedir. Onun kâhin (Yeşu, 13/22) veya peygamber olduğu (Petrus’un İkinci Mektubu, 2/15) yönünde farklı bilgiler vardır. Kitâb-ı Mukaddes’te onun Hz. Mûsâ ve İsrâiloğulları karşısındaki tutumu hakkında da çelişik bilgiler yer almaktadır. Tevrat’taki bir kıssaya göre Hz. Mûsâ’nın ve İsrâiloğulları’nın çölde Ken’ân diyarına doğru ilerlemesinden kaygılanan Moab kralının ısrarlı talebine rağmen, Tanrı katında dilekleri geri çevrilmeyen Bel’am, İsrâiloğulları aleyhinde dilekte bulunmayıp aksine onları mübarek kılar (Sayılar, 23/7-10, 18-24; 24/3-9, 15-249). Fakat Kitab-ı Mukaddes’te Bel’am, İsrâiloğulları’na düşman olarak da tasvir edilir. Nitekim İsrâiloğulları’nın Midyan kadınlarıyla zina etmeleri onun bir tuzağı olarak gösterilir (Sayılar, 31/16; Vahiy, 2/14).
Başta Taberî’nin Câmiu’l-beyân’ı olmak üzere eski tefsirlerde bu ayet yorumlanırken Bel’am hakkındaki rivayetlere geniş yer verilmektedir. Bu rivayetlerin birinde Hz. Mûsâ’nın, bir ordu ile zorba bir kavmin üzerine gittiği, durumdan kaygılanan bu kavmin, aslında iyi bir kişi olan Bel’am’dan yardım istedikleri, onun başlangıçta bu isteği reddettiği, fakat bazı hediyelerle kandırıldığı; bunun üzerine kendisinden yardım isteyenlere, Mûsâ’nın askerlerine tuzak olarak kadınlarını süsleyip onlarla zina ettirmelerini öğütlediği, İsrâiloğulları’nın bu tuzağa düşmeleri üzerine Allah tarafından bir ceza olarak baş gösteren bir veba salgınında 70.000 kişinin öldüğü bildirilir. Başka rivayetlerde de başlangıçta salih bir kul olan Bel’am’ın ism-i a‘zamı okuyarak Hz. Mûsâ’ya beddua ettiğinden ve bu suretle yoldan çıktığından söz edilmektedir (bk. Taberî, IX, 119-126; Kurtubî, VII, 319-321. İsm-i a‘zam “Allah’ın en büyük ismi” demektir. Bunun hangi isim veya isimler olduğu konusunda kesin bir bilgi yoktur. Bazı hadislerde Allah, Rahmân, rahîm, el-hayyü’l-kayyûm veya zü’l-celâli ve’l-ikrâm, Cenâb-ı Hakk’ın en büyük ismi olarak gösterilmekte, bu isimle yapılan duanın mutlaka kabul edileceği belirtilmektedir; Tirmizî, “Da‘avât”, 65; Ebû Dâvûd, “Salât”, 358).” (Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 626-628)
Elhamdülillah, hepimiz akıllı kimseleriz. Bu aklımızı en güzel şekilde kullanmanın yollarını araştıralım. Etrafımızdaki herkes aklını kullandığından bahseder. Bu iddia bir yere kadar doğrudur. Ama asıl marifet aklı güzel bir şekilde kullanmaktır. Yani Allah’ın rızasına uygun kullanmaktır. Bazılarımız aklını nefsinin istek ve arzularının esareti altında hiçbir hakikate riayet etmeden kullanır fakat maalesef aklını gerektiği gibi kullandığını zanneder. Hâlbuki herkes aklıyla ilmi tevhid edebilmiş olsaydı insanlar birlik, beraberlik, huzur ve saadet içerisinde yaşardı. Günümüzde ise akıllar ilâhî bir kaynaktan beslenmediği için hepimiz şahit oluyoruz ki; ortada ne birlik, ne beraberlik, ne huzur, ne saadet ve ne de mutluluk var. Niçin bu haldeyiz diye düşünmeye ihtiyacımız var.
Aslında güzel bir ilimle birleşmiş bulunan aklın yolu birdir. Evet, aklın yolunun bir olması gerekir. Çünkü akıl, hakikatleri tespit eder, hakikatler de değişmeyen doğrulardır. Varlıkların asıllarının değişmemesi hakikatin ve Hakk’ın değişmediğinin şahididir. Öyleyse biz niye yolumuzu seçemiyoruz diye düşünmeliyiz.
Akıl aynı zamanda insanları darlıktan kurtarmak için bahşedilen bir kuvvet ve nimettir. Akıllı bir varlığın mahkûmiyetinin, esaretinin, perişan bir halde yaşamasının sebebini araştırdığınızda göreceğiniz şey; toplumların, akıllarını nefislerinin esareti altında bırakmış oldukları gerçeğidir. Ne acıdır ki herkes nefsi ile düşünüyor. Nefisle düşünmeye başlayınca herkesin nefsî istek ve arzuları ayrı ayrı olduğundan dolayı insanların aralarındaki samimiyet de kayboluyor. Samimiyetin kayboluşuyla hak ve hukuka riayet de aradan kalkıyor. Ama tekrar edelim ki bizler, elhamdülillah, akıllıyız. Onun için bir nefes olsun aklımızı nefsin esaretine bırakmamanın mücadelesini vermeliyiz.
Nefis ve şeytanla mücadelede muvaffak olmak için mü’minlerin değişik vesilelerle de olsa bir araya gelmelerinde büyük faydalar vardır. Bundan dolayı sohbet ve ilim meclislerine devam etmeyi ihmal etmemeliyiz. Belki de bu meclislerde geçirdiğiniz vakitlerde nefsinizin esareti altında kalmaktan kurtulabilirsiniz. O zaman da ruhunuz dinlenmeye başlar, ibadet ve fiillerinizden zevk almaya başlarsınız. O zaman toplum içerisinde bir samimiyet meydana gelir, birbirinizi sevip sayarak huzur içerisinde yaşarsınız. Ama kapıdan çıkınca yine aklınızı nefsin esareti altına teslim ederseniz yine işlerinizin bereketi ve huzurunuz kaçar.
Akıl, Allah Teâlâ’nın bize bahşettiği en büyük nimetlerden, bir lütf-i ilâhî olduğu gibi ilim de insanlığın en üstün şerefidir. Çünkü ilim Allah’ın sıfatıdır. İnsanın ondan üstün bir şerefi yoktur. Ve insanları dünya ve ahiretinin saadetine erdirecek olan fiillerinin başında ilim gelir. Onun için o ilmin hürriyetinin de her yerde korunması gerekir. Bundan dolayı ilmimizi nefsimizin veya başkalarının nefislerinin heva ve heveslerinin esareti altına mahkûm etmekten muhakkak sakınmalıyız. Çünkü ilahi sıfat mahkûmiyeti kabul etmez. O, mahkûmiyeti kabul etmediği için insanların da ilmin mahkûmiyetini asla kabul etmemeleri gerekir.
Fakat bir kişi, ilmini; nefsin, heva ve hevesâtın esareti altında bırakırsa birlik ve beraberliğimizi tesis etmemiz mümkün olmaz. Toplansak, hepimiz bir araya gelsek, fakat ilmimizi nefsin esaretinden kurtaramazsak ilim, hürriyete kavuşamaz. İlim hürriyete kavuşamayınca da hakikatler meydana çıkmaz.
Öyleyse, ben biliyorum, bence böyle demek ilim değildir. Ellerde dolaşan diplomalar da ilim değildir. İlim, eşyayı olduğu gibi bilmektir.
İnsanoğlunun her sahada ilim sahibi olması gerekir. Zira kâinattaki varlıklar hayatlarının devamı için suya nasıl muhtaçsalar beşerî hayatın, varlığını korumasının kaynağı da ilimdir. Bilhassa meslek sahipleri, mesleklerinin ilmine vakıf olmalılar.
Unutmamalı; ilim denizinden alınmayan sözlerle bir yere varılmaz. İlim gözesinden beslenmeyen sözler insanlığa yön gösteremez. İlim gözesi gerçekte Allah’a dayalı bir göze olduğu için o gözenin dışındaki laflarla beraber insanlık hayat elde edemez. Onun için ilminiz kadar yükselirsiniz, cehaletiniz kadar batarsınız. İlminiz kadar aziz, şerefli olursunuz, cehaletiniz kadar rezil rüsva olursunuz. İşte önümüzde sergilenmekte olan dünya tarihi bunun en açık örnekleriyle dolu. Tarihin satırlarını biraz okuyun, ardından kâinat kitabının satırlarına bakın. İnsanların aziz olduğu günlere bakın, dünyanızda aziz olan toplumların gördüklerine bakın. Bütün bunların varlıkları ilme dayalıdır. Fezanın yıldızlarını insanların ayakları altına aldıran şey, ilimden başka bir şey midir? Onun için ilim, temel kaynaktır. O kaynağın, pınarın çevresini güzelleştireceğiz ki ilim gözeleri kaynamaya devam etsinler.” (Kaynak: Reyhan Dergisi – 2017 Yılı 47. Sayı “İlahi Bir Sıfat Olan İlim Mahkûmiyeti Kabul Etmez – Ahmet Yaşar)