İMBİK – Ankebût Ağı

Dünyanın her tarafında varlık gösteren türleri gibi, bir dağ köyünde, terk edilmiş harap bir evin en köhne köşesinde dünyaya gözlerini açtı. Doğduğunda baş ve göğsü kaynaşıktı. Karnı göğsüne ince bir bel (pedisel) ile bağlanmıştı. Hiçbir canlıda böyle ince bir bel yoktu. Bu özelliği hayatının ileriki dönemlerinde çok işine yarayacaktı. Çocukluk yıllarında annesinden ağ örme tekniklerinin envai çeşidini öğrendi. Farklı olarak babası da onu uzman bir akrabasının yanına göndererek örülecek ağların daha geniş ve daha çok avı içine alabilecek teknikleri öğrenmesini sağladı. Etrafından kimileri de ağlar üzerinde rahatça dolaşmayı ve istediği zaman ileri geri hareket etmek için gerekli elastikiyeti kazanmasına yardımcı oldular. Kendisinde dört adet göz olması ise bakış açısını genişletiyordu.
Ankebût, av teknikleri konusunda mahallesinde ve okulunda öğrendikleri ile yetinmeyerek başka insanlardan yardım almaktan geri durmadı. Bu konuda annesinin ve büyüklerinin “Yapma etme, bu teknikler bizde yok, eski köye yeni adet getirme, hem senin kendilerinden ders almaya çalıştığın av üstatları bizim geleneklerimize, örf ve adetlerimize ters tarzlar öğretirler. Onların dini, imanı yoktur; ilke prensip tanımazlar, demelerine aldırmadan tehlikeli sahillerde dolaşmaktan çekinmedi.
Bu uğurda yüzyıllardır düşman kabul edilen bir çeçe sineğinin elini öpmeyi bile kendisine yakıştırmıştı. Bu tavrını da çok beğenmişti. Bu tavrı kendi mahallesinde yetişen akranları arasında şüphe ile karşılanmasına rağmen gizemli de bulunmuyor değildi. Bu gizeme için için sahip çıkıyor ve yaptıklarının doğru olduğuna daha çok inanıyordu. Yaşıtlarından farklı gözükmesi daha farklı ve kendine has hayaller kurmasını intaç ediyordu. Yaratıcının kendi içine verdiği içgüdüye öykünmecilik duygularını katarak, daha ilk gençlik yıllarında Erciyes, Ağrı gibi yerli dağların zirvelerini küçük görüp; Everest Dağı’nın zirvelerinde yaşamayı hayal eder olmuştu. Bu hayali için gece gündüz ağ örmekten vazgeçmeyeceğine yemin etmişti.
Familyasının başat vasıflarından olan her türlü ekosisteme adapte olabilme özelliği sayesinde karasal iklimin hâkim olduğu bir bölgede dünyaya gelmesine rağmen, rüzgârın onu savurması neticesinde kışları ılık ve yağışlı, yazları sıcak ve rutubetli bir bölgede yaşamaya da çabukça alışabildi. -Bilindiği gibi, örümceklerin hepsi avlarını yakalamak için şebeke kurmaz. Bir kısmı avlarını kovalayarak veya üzerlerine sıçrayarak yakalar. Örümcek yakaladığı avını, kıskaçlarına açılan zehir salgısı ile felce uğratır. Sonra ısırarak avının iç organlarına eritici enzimler ihtiva eden tükürük salgısını akıtır. Kısa bir zaman zarfında, avın iç organları eriyerek sıvı haline gelir. Örümcek, emici midesini bir pompa gibi kullanarak bu sıvıyı emer. Av kısa bir sürede içi boş kabuğa döner.-
Örümcek türlerinde bulunan avlanma özelliği şaşırtıcı bir biçimde Ankebût’ta değişime uğramıştır. -İtiraf etmek gerekir ki bu Ankebût’un bizzat kendi başarısıdır. Kesin bir bilgi olmamasına rağmen, muhtemelen yabancılardan av teknikleri dersleri alırken öldürmenin çok fazla işine yaramayacağını; bunun yerine ağına düşürdüğü sinekleri, üvezleri, arıları, karıncaları, çekirgeleri, hatta kurbağaları kendi emellerini gerçekleştirmek için kullanmanın, onları hareket eden robotlara çevirmenin daha tercihe şayan olduğunu öğrenmiş olmalıdır.- Ankebût, diğer örümceklerin avlarını kabuğa çevirmenin yerine beyinlerini içi boş bir kabuğa çevirmenin daha akıllı bir iş olacağına inanmıştı.
Sıradan olmayan bir Ankebût olarak ilk ağlarını merhamet ve şefkat duyguları ile örmeye başladı. Dili müspetti. Duygusallığı cümlelerine serpiştiriyordu. Ağlamaklı anlatım tarzını benimsemişti. Söyledikleri, genel inanç biçimlerine aykırı değildi. Kısa sürede çokça av avladı. Lakin hiç birisine zarar vermeden ağda kalmalarına çabaladı. Çok dikkat çekti. Bütün örümcekler ağlarına düşen her şeyi acımaksızın avlayıp öldürürken Ankebût ağlayarak sızlayarak, efsunlayarak avlıyor, üstelik onları öldürmüyordu. Ankebût’un örümcekliği tartışmaya açıldı. Böyle şey olamazdı. Hem avlıyor hem öldürmüyor hem de farklı bir dil kullanıyordu. Bu durum okyanuslar ötesinde tartışıldı. Orada da bu yeni Ankebût ilginç bulundu. Bu tartışmaların birinde, bir Bilen, ellerini ovuşturmuş, sonrasında kıs kıs gülüp “Niçin avını öldürmediği zamanla anlaşılacak” diyerek masadaki arkadaşlarını teskin etmişti.
Bu arada, ağlarına yapışan avlardan kendisine yardım edecek elemanlar yetiştirmezse ağlarının genişleyeceğinden emin olamayacağını düşündü. Lakin onların ağ içerisinde olmaları büyük bir sorundu. Hem ağ örmeyi bilmiyor hem de farklı kesimlerden geliyorlardı. Bu problemi ağ içinde ağlar kurarak çözmeye karar verdi. Ağına saplanmış sinekleri, üvezleri, eşek arılarını, kelebekleri, karıncaları, kurbağaları ağlar kurmaları için çabukça ikna etti. Onları eğitti. “Ağ içinde ağ…” Söylemesi bile çok hoşuna gitmişti. Bununla da yetinmedi ve dünyanın birçok yerinde ağlar kurarak ağ kurma teknikleri konusunda eğitim vermeye çalıştı. Bütün bunları yaparken mütevazı bir Ankebût olduğu algısının devamını sağladı. Karıncaların kendisi için inşa ettiği ipek ağların ortasında yaşamasından dolayı yanlış anlaşılmasın diye kendisinin kibirli bir Ankebût olmadığını göstermeye çalıştı. Yıllar önce örmeye çalıştığı ağların şimdi sayısı artmıştı. Haddi hesabı yoktu. Üstelik bütün ağları her kesimden gönüllü av ile dolu idi.
Ve bir gün Everest’in zirvesine en mükemmel ağı, altın ağı kurmak için rakiplerini alaşağı etmenin zamanının geldiğine karar verdi. Planlar hazırlandı. Bütün şebekelere şifreli emirler verildi. Zirveye çıkmak için her engel yerle bir edilecekti. Gece karanlığında ağlardaki sinekler, eşek arıları, üvezler, arılar, karıncalar, kelebekler ve bazı kurbağalar ağlara saplanmayan diğer varlıkları sindirmek için hücuma geçtiler. Öldürmekten çekinmediler. Ortalık kan gölüne dönecekti. Ankebût heyecanla sonucu beklerken ilk haberlerin iyi olmadığını işitti. Kendini teselli edecek cümleler kurdu.
Zaman geçti. Sonuçlar hiç de beklediği gibi değildi. Kendisine hemen bir serum takıldı. Yanındakilerle nerede hata ettiğini sorguladı. Kötü haberlerin sonu gelmiyordu. Ellerini açtı, rakipleri için hararetli bir beddua etti. Lakin kafasında ne zaman öğrendiğini pek hatırlayamadığı bir cümle dolaşıp duruyordu: “Allah’tan başkasını dost edinenlerin örneği, ağ yapan örümceğin durumu gibidir. Çünkü barınakların en dayanıksızı örümcek ağıdır.”[1] Bu cümlenin ne ifade ettiğini bir türlü anlayamıyordu. Ya da anladığını kabul edemiyordu…
[1] Ankebût Suresi, 41.âyet