TOPLUMSAL DÜZEN VE DİN

TOPLUMSAL DÜZEN VE DİN

 

İnsanların kendilerini, bir toplumun veya grubun üyesi olarak hissedebilmesi için o topluma aidiyet duyması gerekir. Bu aidiyette kültür, örf ve adetler, ekonomik düzey, yaşam biçimi, eğitim düzeyi, demografik ve coğrafi etmenler, yaş ve cinsiyet farklılıkları, ilgi alanı, zevk ve hazları gibi etmenlerin yanında makalemize konu edeceğimiz, din, oldukça önemli, belki de en temel işleve sahip olanıdır.

Dinin, çok farklı olarak tanımlansa da şeklî ve kapalı gibi gözükmesine rağmen ‘kutsalın yaşantısı’ (das Erlebnis des Heiligen) olarak ele alındığında; ferdin şuurunda tezahür edenin yanı sıra, tek tek fertleri aşarak fertler arası bir köprü görünümüne bürünen veçhesi de vardır. Zira başlangıçta tek bir ferdin, peygamberlerin veya bir din kurucusunun gönlüne ve şuuruna yerleşen dini tecrübe hemen arkasından zahir olması, tebliğ edilmesi, afakîleşmesi ile sosyalleşerek varlığını devam ettirir. Toplumsal yapının akıcılığında etkisini ve izlerini açığa çıkarır. Dini tecrübe teorik, pratik ve sosyal anlatım biçimleri ile birlikte toplumsal yapının dokusunda fonksiyonel bir öneme sahip olur.(1) En azından ilk bakışta takdim ettiği ilk tasavvurun bir fertten diğerine geçmesi ile inanan ve inanmayan ayrımı getirdiği gibi; davranış istekleri ile, istenen davranışların şiddetlerindeki farklılıklarla, teşkil ettiği cemaatlere devam sıklığı şeklinde derecelenmeleri birlikte sunar.

Basit toplumlardan karmaşık toplumlara doğru sosyal yapı karmaşıklaşır. Sosyal yapı ve din arasındaki karşılıklı ilişkilere basit ve karmaşık toplumlar için ayrı ayrı değinmek doğru olur. Basit toplumların en ilkel şekillerinden birinin klan olduğu bilinmektedir. Klan başkana sahiptir. Hem dini hem dünyevi bakımdan toplumun lideridir. Ayin ve törenlerin ifasında görev ona düşmektedir. Bu konum ona klanın diğer üyelerine göre farklı bir rolü yüklerken; ayrıcalıklı bir statüye de beraberinde getirir. Ayrıca klanın üyeleri arasında daha çok ortaklaşa mülkiyetin hâkim olduğu durumlarda, ferdî başarılarla elde edilen konumlardan daha çok irsî konumların toplumsal statünün sağlanmasında rol aldıkları görülmektedir. Aynı zamanda, ister irsiyet yoluyla veya ferdi kabiliyetleriyle kazanılmış olsun sosyal statünün dini hayat ve faaliyetlere katılımlarla daha da değer kazandığı görülmektedir. Klan içerisinde bir taraftan sosyal mevki ve statülerine göre bazı dini fonksiyonlar belli kişilere tahsis edilirken; sülale ve zenginliğin aynı şekilde etkili olduğu gözlemlenmektedir. İlkel toplumlarda zenginlik, sülale ve irsi avantajlar, dini faaliyet ve iştiraklara katılma, dini fonksiyonların belli kişilere tahsisi arasında karşılıklı ilişkiler sergilendiği bilinen gerçeklerdendir. İlkel toplumlarda sosyal farklılaşma kriterlerinden biri de yaş ve cinsiyet faktörüdür. Bireylerinin genç, orta yaşlı, ihtiyar veya kadın, erkek oluşlarına göre farklı konumlarda rol ve statüler de ayrıcalık göstermektedir. Dünya nimetleri ilk devirlerden bu yana ihtiyarlardan çok gençlere çekici olurken; yaşın ilerlemesi ile dindarlaşma sürecinde belli bir artış gözlemlenmektedir. Yaş ilerledikçe dine bağlılık şiddetinin arttığı, hâkim rolün yaşlılara düştüğü, dinden çıkışların daha çok genç yaşlarda olduğu da gözlemlenen olaylardandır. Cinsiyet farkına gelince; tabular, bir takım yaşlılar, klanın bir kısım fertlerini, bilhassa kadınları bazı iş faaliyetlerini yapmaktan muaf tutmaktadır. Kadınlar erkeklerden daha çok dini hayata eğilim göstermekte, buna karşılık erkeler ibadetlerin yönetiminde kadınlara öncülük kazanmakta, özellikle Afrika yerlilerinde kadınlar, özel ibadet şekillerine sahip olmakta, Melenazya’da ise cemaat kültüründen tamamen tecrit edilmektedir. Görüldüğü gibi yaş ve cinsiyet farklılıkları ile din arasında bu belirtilen özelliklere uygun veya dini yönlendirmenin isteklerine bağlı etkileşim süreçlerinin birbirini izlediği gözlemlenmektedir.(2)

Günay, farklılaşma ve din münasebetleri konusunda, bir başka kriter olan meşguliyetle ilgili olarak da şu açıklamaları getirmektedir:

Yiyecek derleme, hasat gibi faaliyetleri belli bir dini ayin ve törenler izlemekte, böylece sosyal bütünlük sağlanırken, dini motifler, meslek seçiminde takınılan tavırlar üzerinde belirli rol oynamakta, hemen arkasından her faaliyet az çok dini bir renk taşımaktadır.(3)

Din nasıl bir sosyal yapıya sahiptir de ister basit, ister karmaşık toplum olsun bu karşılıklı ilişkileri sergileyebilmektedir? Gerçekten üzerinde durulması gerekir. Sosyal yapının aksiyon sistemi içerisinde, insanın bu aksiyon sisteminde harekete geçişi nasıl olmaktadır?
İnsanın hareketlerini belirleyen aksiyon sistemi, dört adet alt sisteme dayanmaktadır. Organik davranışlar, insanlarda ve hayvanlarda ortak olan davranışlardır. Bireyin bir canlı olarak organlarıyla ilgili olan bu davranışları, tamamen kendi başına müstakil değil, bilakis kültürel ve sosyal sistemleri ile alakadardır(4). Mesela yemek ihtiyacını gidermekte olan bir bireyin yemeğe büyüklerinden sonra başlaması, besmele çekmesi, sağ eliyle yemesi, yemek anında aşırı ve tiksindirici hareketlerden kaçınması vs dini ve kültürel sistemin etkisiyledir. Çevresinde bulduğu kalıplara, normlara, örf ve adetlere, dinine göredir. Organları ile ilgili davranışlar için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Nitekim günün belli saatleri içerisinde temizlendikten sonra ellerini kulaklarına götürüşü, dudaklarındaki kıpırtılar, eğilişi, yere kapanışı, kalkışı şeklindeki bir davranışı tamamen dininin etkisindedir. Davranışının hayvani yönünün ötesinde bir anlam kazanması demektir. Bunlar insanın davranışından çıkarıldığı zaman; insanda insanlığının dışında çok az şey kalır. İslamiyetin ortaya koyduğu “ İslam kültürü, vahşi çöl şartları altında yaşayan ve lisanından başka ilerlemiş hiçbir sosyo-kültürel zenginlikleri olmayan Arap kabile cemaatlerini İslam potasında kaynaştırarak medeni bir millet haline getirmiştir”.(5)

Bireylerin faaliyetlerinde bu kadar etkili olan sosyo-kültürel ve dini fonksiyonların bu faaliyetlerini bireyin de ötesinde topluma mal etmesi, başka bir deyişle sosyalleşmesi sonucunda, davranışlarında bütünleşme ve sosyal bütünleşme birbirini izlerken, yine sistemin gereği ortaya çıkan farklı konum ve rolleri, alt-üst sıralanmaları da birlikte getirir. Bu nedenle dinin bir davranış türü olarak ele alınmasının gerekliliği üzerinde durulur ve kuralları hakkında bilgi verilir.(6)

Burada hatırda tutulması gereken şudur: Bir kısım ilkel ve politeist (çok tanrılı) dinlerin muhtevasını ait olduğu tabaka, çevre veya toplumun sosyo-ekonomik ve kültürel şartlar tarafından belirlendiği tarihi örneklerle sabittir. Bu cümleden olarak eski Yunan çok tanrılı dinlerinde “ muharip sınıfının şeref mefhumları ve idealleri bir harp tanrısında”, “bir kral veya imparatorun mutlak hâkimiyeti, en yüksek mertebede bulunan tanrı fikrinde” –eski Japon ve İran medeniyetlerinde olduğu gibi- canlandırılmıştır. Bunun da yanında eski doğu dinlerindeki “ana tanrıça”, çiftçilikle uğraşan ilkel kavimlerin esatirinde çiftçi koruyucu veya verimlilik ve bereket tanrısı olarak kendisine tapılan bir ilahtır. Hatta bu sebeplerin ibadetlerin ifa edildiği zamanlar üzerinde de etkili olduğu müşahede edilmektedir. Nitekim çiftçilikle uğraşmaya başlayan ilkel kavimlerde, ayin ve ibadetler özellikle tarlaların sürülmesi, mahsulün toplanması; çobanlıkla geçinen kavimlerde de, ehlî hayvanların yavrulaması yahut koyun kırkma zamanının gelmesi münasebetiyle icra edildiği belirmektedir. Birincisine eski Türklerin dini inanışlarında yer alan ve muayyen zamanlarda yapılan, ikincisine de eski Yahudi kavimlerinde koyun kırkma zamanı yerine getirilen ayin ve törenler örnek teşkil eder. Diğer taraftan deniz veya deniz yolculuğu tanrısı tabiatıyla denizci kavmin esatirinde bulunabilir. Nitekim eski Yunan çok tanrılı dinlerinde, Hermes bu ticaretin gelişmiş olduğu yunan Toplumunda vardır. Aile yapılarıyla ilgili olarak da ana hâkimiyetinin geçerli olduğu toplumlarda kadın, baba hâkimiyetinin geçerli olduğu toplumlarda da erkek tanrılar hâkim olmaktadır.(7)

İlahî dinlere gelindiğinde; peygamberlerin vahyin ışığı altında o çağ için geçerli olan meşguliyet alanlarıyla ilgili yapılarda takdim edildiği gözlemlenmektedir. Mesela Hz. Yusuf (A.S.) kıtlığın öncesinde gayet mahir maliye ve ekonomi ustası, Hz.Musa (A.S.) sihir ve büyünün hakim olduğu bir devirde onun da üzerinde mucizelerle, Hz. Davut (A.S.) Beni İsrail’in korunmaya ve varlıklarının devama muhtaç olduğu bir vakitte demircilik san’atıyla ilgili olarak zırh yapımcılığı ile, Hz.İsa (A.S.) hastalıklar ile kıvranan toplum içerisinde en kudretli bir tabip ve nihayet Hz. Muhammed (S.A.V.) Kur’an gibi edebî bir mucize ile teçhiz edilmektedir.

Diğer taraftan dinin belirlediği yaşam biçimi de, belli coğrafi, politik, sosyal ve ulusal sınırlar içerisinde geçerli ekonomik ve politik faktörlerden fazlasıyla etkilenir. Toplum yapısı içerisinde yer alan her bir sosyal tabakada, tabaka yapısına uygun bir değer kazanır. Weber’e göre Hıristiyan dini, bürokratlar arasında bir bürokratın kuralcılığına paralel olarak ibadet, kurallar ve düzenlemeler halinde şekilci ve kuralcı bir karaktere bürünmüştür. Şövalyeler ise; dünyevi çıkarları kullanmaktan uzak olduğu için -Yunan ilah anlayışının tersine- yardım dağıtan bu kahraman insanlara, ölüm sunan haris ve güçlü ilahlar ve ifritler fikrini arka plana atmışlardır. Dün ekonomik varlıkları ile doğaya bağımlı köylüler arasında ise; büyüye ilgi artmıştır. Onlar, tabiatın gücünü etkileyen kötü ruhlara karşı yöneltilen zorunlu büyülere ve ilahların cömertliğini satın alma yöntemlerine yapıları gereği hemen bağlanıvermişlerdir. Şehirlilere gelince; bunun tersine akılcı bir din anlayışının hâkim olduğu görülmektedir. Zira şehirli köylüye nispetle tabiatın gücü yerine teknolojik ve ekonomik hesaplara ve insana hükmetmeye dayanır. Bu sebepledir ki daha çok rasyonel bir dindarlık ön plandadır. Serbest iş yapan, tüccar ve zanaatkâr gibi şehirli tabakalar çalışmayı emreden dinler için daha elverişli bir zemin olmuştur. Bu nedenledir ki, benliğini tanrıya teslim etme yerine, aktif bir zahitlik ile rasyonel bir dindarlık ön plana çıkmıştır(8). Max Weber’in tespitiyle yüksek dinler meydana çıktıkları toplumların sosyal ve iktisadi meseleleri ile ilişkili oldukları gibi onu da etkileyen bir özelliğe sahiptir. Nitekim yüksek dinler, kendisine intisap edenlerin başlangıçta belirli sosyal tabakalardan gelmekte olduklarını göstermiştir. Mesela, Konfüçyanizmin ilk inananları Çin devlet memurları sınıfı, Hinduizmin ilk salikleri de başlangıçta toplumun yüksek tabakaları arasında bulunurken İslamiyet ve Hıristiyanlık daha çok şehir halkı arasında taraftar bulmuştur. Diğer taraftan Zen Mezhebi de başlangıçta bilhassa samurailerin yani Japon asilzadelerinin arasında yayılmıştır(9). Özellikle Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde fakir ve işçiler arasında yayılmasına bakılarak onu, bir proletarya hareketi şeklinde yorumlama olduğu bilinmektedir(10). Ancak özellikle İslamiyet ve Hıristiyanlık gibi yüksek ve semavi dinleri, belli bir sosyal yapı hareketi olarak açıklamanın mümkün olmadığı da aşikârdır. Esasen büyük dinler sosyal yapının tamamına hitap etmiştir.

Bunun yanında dinin özellikleri, onun karakteristik hususiyetlerinin temsilcisi olan sosyal yapının, içerisinde yaşadığı sosyal statülerin düpedüz bir fonksiyonu değildir. Bilakis başlangıçta toplum, karşı karşıya geldiği yeni dinin özelliklerine ve muhtevasına göre şekillenir. Nitekim şehirlerde zuhur eden dinler, daha sonra ovaların göçebe ve çiftçilikle uğraşan halkı arasında (İslamiyet de olduğu gibi) veya yüksek tabakadan aşağılara (Hinduizm’de olduğu gibi), yönetenlerden tebaaya (Konfüçyanizm’de olduğu gibi) doğru yayılır. Eğer din sadece doğrudan sosyal düzenin bir fonksiyonu veya bazı sosyal şartlara tabi olsaydı gerçekten bütün bu hallerin meydana gelmesi imkan dahilinde olmazdı. Bu nedenledir ki yüksek dinler bireylere tesir ederek, onları etkileri altına alır, sosyal şartların üzerinde ve hatta ondan da istifade ederek, fertlerin aksiyon sistemini etkisi altında bulundurur. Bireyi ve sosyal şartları ve mekan sınırlarını aşar. Zira İslamiyet, Hıristiyanlık, Hinduizm gibi dinlerin açığa çıktıkları yerlerin çok uzaklarındaki topraklara kadar uzanması bu özelliği ile anlaşılabilir(11). Bu ise bir dereceye kadar din yapıları “özerk bir yapıya sahiptir” özelliğini karşımıza çıkarır (12).

Sosyal yapıyı kucaklayan, içten ve dıştan yönlendiren dinin acaba sosyal yapının uzantısı olan ekonomik olaylar ile arasında nasıl bir ilişki vardır?  Weber’e göre konunun ele alınışında, sadece toplumun diğer boyutları, ekonomik olayların türevi gibi ele alınmışsa da O’nunla birlikte, ekonomik olayların esas olarak yönlendirilmesinde ve şekillenmesinde iç mesele olan dinin son derece etkili olduğu kesinkes belirlenmiştir:  Nitekim Weber konuyu  “Protestan ahlakı ve Kapitalizmin ruhu” ile onun tamamlayıcısı mahiyetinde ele aldığı  “Protestan Mezhepleri ve kapitalizmin ruhu”  isimli eserlerinde açıklık kazandırmıştır.

Bilindiği gibi “Tarihi Materyalizm, dini ahlaki emirlerin ve dini tasavvurların muhtevası ile bir bütün olarak, sırf sosyolojik açıdan izah etmek iddiasındadır. Gördük ki dinin, bunlardan etkilenmesi mümkün olduğu kadar da bunu, içten yönlendirici, şekil ve muhtevalarına anlam kazandırıcı bir yanı vardır”(13).“18.yy’ın fizyonomisinin taslağını elde etmek vehmiyle, o fizyonominin münferit hususi hatlarını, ayrı ayrı kırışıklıklarını ihmal etmişse”(14) artık klasik bir ekonomi anlayışında tarihi materyalizmde; ekonomi ve din ilişkilerinde, çehreye anlam kazandıracak, bilinmesine yardım edecek esas karakter ve yapısını açıklayacak yüz hatlarını ve kırışıklıklarını ihmal etme durumuyla karşı karşıya kalınmıştır. Bu değerlendirmeyi bir bakıma tersine çeviren; karşılıklı ilişkiler zinciri halinde açıklık kazandıran Max Weber (1864-1920)dir.

Batı dünyası feodal yapıdan bugünkü şekli kapitalist yapıya geçişte iki ayrı sosyal yapıyı ortaya koyduğu gibi zihniyet dünyası ve din anlayışında da iki farklı değerler zinciri sergiler. Feodal yapısına uygun anlayış ve zihniyet dünyasının temsilcisi Katolik Mezhebidir. “Katoliklik öte dünyayı, dünya nimetleri karşısında umursamazlık içinde olmayı öğretir(15)”. “Katolik daha sakindir, daha az kazanma güdüsü ile donatılmıştır, çok az bir geliri de olsa, imkan dahilinde olan en emin yaşam biçimini, sonunda ona onur ve zenginlik getirebilecek heyecanlı, tehlikeli bir yaşam biçimine tercih eder”(16). Bu Katolik mezhebi değerlendirmeleri, kuşkusuz herkes için kabul edilebilecek açıklamalardır. Bu anlayış yüzyıllar boyu süregelen derebeylik rejiminin, feodal yapının devamında zihniyet dünyasının dayanakları ve hatta onları zihinlerde meşrulaştırarak ve kader anlayışında etkinliğini sürdüren dayanaklar olarak belirir. Kilise reform hareketleriyle birlikte yavaş yavaş “iyi yada kötü, az yada çok materyalist yada dahası anti-aksetik (yaşam zevki) yerine; onun saf dini özelliklerinde (17) “değişme meydana gelmeye başlamıştır. Reformun anlamı, kilise otoritesinin yaşam üzerinden tamamen kaldırılması değil farklı bir anlamla değiştirilmesi olarak ele alınmalıdır”(18).

Weber, konuya bu şekilde yaklaştıktan sonra çeşitli sosyal tabakalaşma biçimlerinde Hıristiyan Mezheplerinin oynadığı rolü belirlemeye çalışır. Bunlar İngiltere, Hollanda, Fransa, Almanya gibi ülkelerdeki Lutherizm, Kalvinizm, Pietizm gibi Protestan mezhepleridir. Bunların dünya nimetlerine dönük zihniyet telkinleri ile uyanışa vesile olan “emeğin ruhu” “ilerlemenin ruhu” olarak ele alınan eğilimler ile tarihin materyalizmin “Yaşama Zevki” veya “aydınlanma” terimleri ayrı ayrı şeylerdir. Dini yaşamın saf özelliklerine dayanır.(19)

Diğer taraftan tamamen dünyevi nimetlere dönük olan kapitalist eylem, “değiş tokuş fırsatlarının kullanımından barışçıl yollarla kazanç bekleme üzerine kurulu” (20) anlayışının Luther’in meslek anlayışı ile sıkı bir ilişki vardır. O’na göre; keşişçe yaşam biçimi yalnızca tanrı katında haklanma açısından değersiz olmakla kalmaz. Ancak bencil dünyevi ödevlerden kendisini sıyıran bir sevgisizliğin de ürünüdür. Weber’e göre ; “özünde skolastik olan bu temellendirme, çabucak kaybolup gider ve geriye güçlü bir vurguyla kalan her türlü şartlar altında dünyevi ödevin yerine getirilmesinin tanrıyı hoşnut kılan tek yaşama biçimi olduğu ve tanrının dileğinin de bu olduğu ve bu yüzden onaylanmış her mesleğin tanrı katında aynı değere sahip olduğu görüşü”  kapitalizmin temellenmesinde ana görevi yüklenir. Dünyevi kazanç bekleme güdüsünün belirmesi, uhrevi kazancın geri plana atılmasına ve hatta unutulmasına yol açar.(21)

Şimdi Weber’e göre; Protestan ahlakının güdümleyici ve ekonomik olayları içten yönlendirici özellikleri üzerinde durmaya ve ortaya koyduğu yaşam biçiminin, kapitalizmin ekonomik temellerine ne ölçüde etkili olduğunu belirlemeye çalışalım.

Protestan ahlakının temel prensiplerinden birisi de çalışma ahlakıdır. Zira “tanrının şanını artırma ile ilgili bariz bir biçimde açığa çıkan dileğine, boş zaman ve zevk ile değil ancak çalışma ile hizmet edilir (22)”. Bu nedenle “zaman sonsuz derecede değerlidir, kaybedilen her saat tanrının şanını artırma yolundaki çalışmadan çalınmış demektir(23) Çalışma ve zamanın önemi ile birlikte Protestan ahlakının temelinde yatan “hep tekrar eden, bazen tutkulu bir biçimde istenen zor ve sürekli bedensel ya da ruhsal işin vurgusudur. İş, her şeyden önce, hayatın tanrı tarafından yazılmış kendi içindeki amacı olmakla beraber; ona karşı isteksizlik de takdis edilme durumunun eksikliğine işarettir(24)

Çalışma ve iş, bireylerin uğraştığı bir meşguliyeti de beraberinde getirir. “Tanrı bütün insanların kabul edeceği ve çalışmak zorunda olduğu bir meslek hazırlamıştır… Meslek, tanrının bireylere onun şerefi için çalışmak üzere verdiği bir buyruktur, bireylerin mesleklerindeki yerleri, tanrı iradesinin dolaysız sonucudur ve tanrının ona tahsis ettiği o yerde ve sınırlar içinde kalma sebatı onun dini ödevidir.

Çeşitli iş alanlarının bir gereği olan “iş bölümü ve uzmanlaşma bile tanrısal dünya düzeninin dolaysız bir sonucudur.(25)” Görüldüğü gibi çalışma, zaman, iş ve meslek ile iş bölümü ve uzmanlaşmanın kutsiyetine dayalı bir asketik (zahitlik) Protestanlığın dünyevi asketizminin ahlaki temellerini teşkil etmektedir.

Meslek kavramının iki hatta üç açıdan faydalı olmasına değinmek gerekir. Birincisi dini açıdandır ki; tanrının hoşuna giderliliği, dini ve ahlaki erdemlik açısından ele alınan bir yararlılıktır. İkincisi, “bütün” için üretilen malların önemine göredir. Mesleğin bu konumu üçüncü ve doğal olarak pratik açıdan en önemli bir bakış açısı ortaya çıkarır ki o da özel ekonomik karlılıktır(26). Zira Protestan ahlakına göre; birey az kazanç getiren yolu izlerse mesleğin sağladığı üçüncü yarara, “zengin olmak için, bedensel zevkler için değil tanrı için çalışmalısınız.” İlkesine karşı tanrının armağanını reddetmeyi gerekli kıldığından ikinci yararı, tembellik edip de çalışmaması sadece kendisi için değil komşuları içinde zararlı ve onlara karşı işlediği bir suç ve günah olma ilkesiyle “bütün” açısından da faydaya zarar verir(27). Bu konum Katolik ahlak kurallarında, gevşek bir biçimde ele alındığı ve hatta kilise tarafından yasaklanmasına, katı taraftarları arasında itirazlara maruz kalmasına rağmen Protestan meslek kavramında görüldüğü gibi kapitalist kazanca yönelik yaşayışın hizmetine verilmektedir.(28) . Bu anlayış çağdaş iş bölümünün ahlaki haklılığını sağladığı gibi tüccarların kar sağlamalarını ve ilahi bir anlam kazanmasının da ifadesi olur. Özetle Protestan mezhebi bireyin iç dünyasında beliren şekli ile mülk sahibi olmanın verdiği doğal zevke, dini ve ahlaki erdemlikten uzak zenginliğe var gücüyle karşı çıkan, tüketim özellikle lüks tüketimi sınırlayan, buna karşılık; çalışmanın kutsallığı ile mal kazancını psikolojik olarak geleneksel Katolik ahlak yasaklarından kurtaran meslek üzerine vurulan zincirleri kopararak; yasal hale getiren, doğrudan doğruya tanrının isteği olarak gören bir hayat biçimini de getirmiştir. Özellikle bu anlayış, bedensel ve dünyevi mallara olan bağlılığa karşı savaş açarken; rasyonel bir kazanca karşı savaş olmayıp, mülkün akıldışı kullanımına karşı bir direniştir. Bireylerin ve toplumun yaşam amacı için tanrı tarafından istenen rasyonel ve yararlı kullanım onaylanırken; feodal yapının son derece doğal olarak putlaştırdığı lüksün dışa vuran şekli, akıldışı olarak değerlendirilir. Mülkün gerekli ve pratik açıdan faydalı işlerde kullanılması refah kavramının ahlaki sınırlar içerisinde kalmasını sağlarken; iyi iş anlayışının ahlaki değerlendirmesi de tam bir analoji içinde kalarak zenginlik peşinden koşmanın reddedilmesi gerektiği, fakat mesleki uğraşının ürünü olarak zenginliğe ulaşmayı tanrının takdis ettiği şekilde görmekle kalmayıp, ayrıca daha da önemlisi, durup dinlemeden sürekli sistematik dünyevi meslek öğretisi dini değerlendirmeye tabi tutulan zahitliğe ulaştıracak en yüksek araç ve aynı zamanda insanın yeniden doğmasının ve gerçek inancının en emin ve açık ispatının olması; kapitalizmin ruhu olarak adlandırılan yaşam biçiminin yayılmasında en yüksek manevela görevini üstlenir.(29).

Konumuzu birkaç noktayı daha ilave ederek tamamlamaya çalışalım. Katolik mezhebinin mirası olarak tüketim, toplumda sınırlanması istenen bir yöndür. Bir taraftan tüketimin bu mirasla sınırlanması, diğer taraftan kazancın peşinden koşmasının serbest bırakılması “tanrının bireylere meslek hazırlamış olması” değerlendirildiği zaman ortaya pratik ve doğal bir sonuç olarak: dini zahitliğin yaşam biçimini etkisi altında bulundurmasının sonucu, tasarrufun zorlanması ve hemen arkasından da sermayenin teyakümü ve bunu takiben de sermayenin üretkenliği sonucu tekrar ve tekrar sermaye birikimi…(30)

Sermaye sahipleri ve işverenler, hatta eğitim görmüş işçi sınıfının yüksek tabakası, özellikle çağdaş iş kollarında yüksek düzeyde teknik ya da ticari eğitim görmüş personelin Protestan ahlakı özellikleri taşıması, en zenginlerin büyük bir çoğunluğunun, imparatorluğun doğal kaynaklar bakımından ya da ilişki ağları yönünden en uygun ve ekonomik, en gelişmiş alanların, özellikle de zengin kentlerin çoğunun 16.yy da Protestanlığı kabul etmiş olmaları(31) bunun tarihi kaynakları olarak belirir. Ülkenin dini havası ve aile çevresinin yönlendirdiği eğitim ile kazanılan ruhsal özellikler, kişinin meslek seçimini ve daha sonraki mesleki kaderini etkilemesi(32); din ve ekonomi ilişkilerinde sosyal şartları belirlerken, Protestanların hem yönetici, hem de yönetilen sınıf olarak hem çoğunluk, hem de azınlık olarak ekonomik rasyonelliğe özel bir eğilim gösterir olmaları, bunun Katolikler arasında böyle olması dış şartlardan değil de; yukarıda belirtmeye çalıştığımız meslekler arasındaki iç farklılıklardan kaynaklanmaktadır(33).

Kapitalizmin Avrupa‘nın dışındaki ülkelerde ve  Amerika’da tutunması da İngiltere, Hollanda… gibi ülkelerden göçler sebebiyle dini zahitliğin o ülkelere nakilleri yoluyla ortaya çıkmıştır(34).

Buraya kadar dini zahitliğin ekonomik olaylar üzerindeki etkilerinden bahsettik. Aynı önermenin karşıtı, yani ekonomik olayların din üzerinde etkisi yok mudur? Konusuna da açıklık kazandırılması gerekir.

Weber bu konuya şu şekilde değinir: “Zenginliğin arttığı yerde dinin içeriği aynı ölçülerde azalır. Eşyanın doğal etkisine uygun olarak, gerçek bir dinin yeniden doğuşu uzun süre kalıcı olmamıştır. Çünkü din hem çalışkanlık, hem de tutumluluk üretmek zorunda kalarak; sonuçta tabi olarak zenginliğe yol açar. Zenginliğin artması bütün dallarda gurur, kızgınlık ve dünya sevgisini de artırır. Protestanlar bir taraftan yeşil bir ağaç gibi serpilirken; çalışma ve tutumlarının sonucu olarak da mülklerinin artmasıyla orantılı şekilde gururlarında, kızgınlıklarında, bedensel ve dünyevi arzularında, yaşam kibirlerinde artışla karşılaşır. Bu yüzden dinin sadece biçimi olduğu gibi kalırken ruhu da yavaş yavaş kaybolur. Ekonomik gelişim açısından önemleri, en başta asketik eğitsel etkinliklerde yatan o güçlü dini hareketlerin ekonomik etkileri düzenli olarak, ilk önce saf dini tutkuların doruk noktası aşıldıktan sonra açığa çıkmış, tanrı krallığını arama yerine zamanla ölçülü bir mesleki erdeme dönüşmüş, dini kökler yavaş yavaş kaybolmuş, yerini dünyevi bir yararcılığa terk etmiştir(35). Ekonomik olayların bu şekilde dini zahitlik üzerinde etkinlik kazanması sonucu “son insan modeli için rahatlıkla şöyle denilebilir: Ruh yoksunu insanlar kendi kendilerine, “daha önce hiç ulaşılamamış bir insanlık düzeyine tırmandıkları” inancını kurarlar.” (36).

Toplumun sosyo-ekonomik ve kültürel yapısı içerisinde son derece etkili olan din ve sosyal yapı arasındaki ilişki konusunda hemen hemen her dinin hudutlarını çizdiği, hayat tarzını ve ekonomik ahlakının bir çeşit sözcülüğünü yapan tabakalar vardır. Dinin anlayış biçiminin çizdiği hayat tarzı bu tabakalarda şekillenmiş olarak açık bir biçimde görülür. Belli bir inanç türü ne var ki bir tabakada şekillendikten sonra, değişik çevre ve tabakalarda da etkisini sürdürmeye devam eder(37). Çözülme devri zihniyeti içerisinde yer alan, ağalık ve efendilik şuuru, konak hayatı, yanaşma ve mürit halkası, asıl ve nesep iddiası, dünya talebi, altın ve gümüş iptilası gibi üst tabakaya mensup denemeler, üstten ve orta aşağısına sirayet eden zihniyetler olarak karşımıza çıkar(38). Bu nedenledir ki bir dönem veya sosyal süreçler içerisinde ara kesit halinde ele alınan sosyal olayların incelenmesinde, insanın iç dünyasına ait değerlendirmelerinin, ahlak ve zihniyet dünyasının ihmali bunların yanlış anlaşılmasına, yorumlanmasına götürür(39).

Sosyal yapı ve din ilişkilerine değinmeye başlarken; konumuzun baş kısmında sosyal yapının dayandığı sosyal farklılaşma ve din ilişkileri ile ilgili olarak basit toplumlardaki münasebetlerden bahsetmiştik. Son olarak karmaşık toplumlarda dinin fonksiyonu üzerinde durarak konuyu tamamlamaya çalışalım.

Toplumsal iş bölümünün artmasına bağlı olarak mesleki faaliyetler arasındaki ayrılıklar hayat tarzları, sosyo- kültürel ve ekonomik boyutlardaki değişmeler, kesin olarak sosyal statü farklılıkları, yaş ve cinsiyet farklılıklarının ötesinde toplumu çeşitli kategorilere bölmektedir(40). Gerçi dinde, ana dini bünyede açığa çıkan çeşitli dini alt gruplar, mezhepler, tarikatlar, farklı yorumlama ve değerlendirmeler ile inanalar arasında farklılaşmalara sahne olmakta ise de; temel görevinin sosyal bütünlüğü sağlamaya dayandığı görülür. Mesela kesin statü ayrıcalıkları ile bariz bir sosyal tabakalaşma modelini oluşturan Hint Kast sisteminde sosyal bütünlüğün sağlanmasında din temel görevi yüklenir. Kastlar arası ayrıcalıklardan; bir kasta mensup kişinin yemek yediği kaptan diğerinin yememesi, dokunduğunda kirlenmeyi kabul, oturduğu yerlerin ayrılması vs derin ve hatta tamamen hor ve hakir görmeye dayalı ayrıcalıklar arasındaki mesafe ancak din ile kapatılır. Mamafih dinin kast gibi tabakalar arası farklılaşmaya temel teşkil edici fonksiyonu da mevcuttur. Nitekim Hint kast sistemi temelinde dini inançlar esasına dayalıdır ve aslında bu sistem, dinî temeli sayesinde yüzyıllar boyunca ayakta kalabilmiştir. Bilindiği gibi Hint dininde tenasühe inanılmaktadır. Bir Hintlinin kastlardaki konumu, dini anlayışının gereği daha önceki yaşayışının sonuncudur. İslam dinindeki tevhit inancı din kardeşliği ast-üst, kadın-erkek, hür-köle, genç-yaşlı, zengin-fakir, efendi-hizmetçi, patron-işçi, amir-memur, köylü-şehirli, göçebe-yerleşik, siyah-beyaz gibi her türlü mevki ve statü farklılıklarını eriterek toplumu yekvücut haline getirme etkilerine sahiptir. Dinin sadece teorik temellerine has olmayan bu sosyal bütünleşme pratik ve uygulamalarda da devam eder. Hacc ibadeti yukarıdaki mevki ve stat farklılıklarının ihramın altında ve Kabe-i Muazzama’nın etrafında hiçbir ayrım gözetmeksizin sosyal bütünleşmeyi sağlar. Namaz ibadeti, bu farklı mevki ve statüleri yan yana aynı safta birleştiren bayramlar ve Cuma günleri kaynaşmalara vesile olan, zekat, fitre ve infak sosyal katlar arasında köprü vazifesini gören bir yapıda sosyal bütünleşme ve kaynaşma görevini üstlenir. Vakıflar bu kaynaşma ve bütünleşmenin sosyal tezahürleridir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki din, dini bünyede ortaya çıkan çeşitli dini alt grupların, mezhepler ve tarikatların belli ölçüde dini vahdeti bölücü sosyal bütünleşmeye zararlı, çekişmelere ve ayrılmalarda etkili olabilecek yönlerinin yanında  “gerek az farklılaşmış ve gerekse karmaşık toplumlarda, din ve toplumsal farklılaşma olayları çok sıkı bir biçimde karşılıklı münasebetler halinde oldukları gibi” çeşitli toplumsal farklılıklar nedeniyle parçalanan ve iş bölümü sonucu uzmanlaşarak adeta türlü mesleki ve sosyo-ekonomik faaliyetlerin oluşturduğu kompartımanlara sosyal tabakalara bölünen toplum üyelerinin temel inanç etrafında kaynaşması (41) ile sosyal bütünleşmeyi etkin bir biçimde sağlamaktadır.

Genel bir değerlendirme olarak ister basit ister karmaşık bir toplum olsun sosyal yapı olgusunun üzerinde, diğer sosyo-ekonomik ve kültürel fonksiyonların yanında din, bireylere kazandırdığı zihniyet ile evrenin algılanmasında, uygun hayat tarzlarının zihinlerde meşrulaşmasına ve pratik hayatta değer kazanmasına, bu beliren şeklin peşinde insanların koşmalarına sosyal bütünleşme içerisinde yer veren bir fonksiyona sahip olduğu açık bir biçimde belirmektedir.

Özetle din, ferdin şuurunda tezahür edenin yanı sıra tek tek fertleri aşarak; bireyler arası bir köprü görünümüne bürünen yanıyla, hem fertte hem de toplumun yapısı içerisinde kutsalın yaşantısı olarak tezahür eder.

Din, ilkel topluluklardan tutun da karmaşık toplumlara kadar toplumsal yapının biçimlenmesini etkiler. İlkel toplumlarda klanın başkanına hem dini hem dünyevi fonksiyonlar yükler. İster irsî ister kabiliyetler yoluyla kazanılmış olan statü, dini faaliyetlere katılımlarla daha da değer kazandığı görülür. Beşerî aksiyon sisteminin faaliyete geçmesinde dinî ve kültürel sistem, ferdin şahsiyeti, organik davranışlar ve sosyal sistem rol oynarken birbirleriyle de karşılıklı ilişkileri içerir. Dinî ve kültürel sistemi, beşeri aksiyon sisteminden çıkarmak, insanın birçok davranışlarını açıklamayı ve onu anlamayı imkânsız kılar. Politeist dinlerde Tanrı imajı ile toplumlarının ait olduğu, çevre veya sosyo-ekonomik ve kültürel özellikler, demografik ve coğrafî şartlar arasında sıkı bir ilişki vardır. Din, çağları aşan ve ona damga vuran bir özellik taşır. Orta çağın Avrupa feodal ve sınıf yapısını Katolik Mezhebinin takdim ettiği yaşam biçimini bilmeden anlamak mümkün değildir. Yeni zamanlara doğru Protestan Ahlakının sunduğu dünya anlayışını bilmeden de Avrupa Kapitalizminin izahı mümkün değildir. Feodal bir yapıdan Kapitalizmin ve serbest ekonominin açığa çıkışında din, en önemli etmenlerden birisidir. Toplumsal yapı içerisinde din, onun yenilenmesinde, gelişmesinde ve değişmesinde manivela görevi yüklenir.

Toplumsal düzeni sağlamak amacına yönelik anayasa ve kanunlar yapılırken; toplumsal yapı yelpazesinin içerisinde yer alan dinin ihmali; toplumun tabii akışı içerisinde gelişimine, yenilenmesine ve sağlıklı bir şekilde sosyal yapının devamına zarar verir ve bireyin kırılmasına, beşeri aksiyon sisteminin zarar görmesine neden olur. Bununla birlikte; toplum düzenini sağlama amacında başarılı olamayacağı tarihi gerçeklerle de sabittir.

 

KAYNAKÇA

(1)Dinin tanımları için bk.Tblamacıoğlu,M.:Din Sosyolojisi,Ank.1975s.51-84,Scharf,B.R.:The sociological Study of Religion,London,1970,s.31-35.,Bilgiseven,A.K.:Din Sosyolojosi,İst.1985,s.1-9.,Frayer,H.:Din Sosyoojisi,Ankara,1964,s.29-32.,Günay,Ü.Din Sosyolojisi Ders Notları,s.102-104.Evrimi için bk.:Bellah,R.N.:Sociology of Religion,Edited by Roland,R.,Penguin Books s.262-292.

(2)Günay,Ü.Din ve Toplumsal Farklılaşma s.74-76.

(3)Frayer,H.:A.E.s.32-38.

(4)Günay,Ü.A.E.s.77

(5)Bilgiseven,A.K.:A.E.s.416.

(6)Rdicliffe,A.R.:Structure and Function in Primitive Society New York,Free Press,1965,s.177.AYrıca bk.:Mrdin,Ş.:Dn ve İdeoloji,s.39-40.

(7)Frayer,H.:A.E.s.66.

(8)Weber,M.:(Terc.Taha Parla)Sosyoloji  Yazıları,Hürriyrt Vakfı Yayınları İst.,1986 s.28.

(9)Weber,M.:Sosyoloji Yazıları,s.229-257.

(10)Günay,Ü.:Din ve Toplumsal Frklılaşma s.74-77.

(11)Weber,M.:a.e. s.230-257.Ayrıca bk.:Frayer,H.:a.e. s.67-68 ve Bilgiseven,A.K.:a.e. s.276-277.

(12)Mardin,Ş.:a.e. s.43.

(13)Frayer,H.:a.e. s.65.

(14)Gülgener,F.S.:Darlık Bohramları ve İslam İktisat Siyaseti,Ank.1984,s.4

(15)Weber,M.:(Terc.Zeynep Arıoba)Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu,İst.1985 s.31.

(16)Weber,M.:a.e. s.32.

(17)Weber,M.:a.e. s.36-37.

(18)Weber,M.:a.e. s.28.

(19)Weber,M.:a.e. s.32-36.

(20)Weber,M.:a.e s.15.

(21)Weber,M.:a.e. s.65.

(22)Weber,M.:a.e. s.126.

(23)Weber,M.:a.e. s.126.

(24)Weber,M.:a.e. s.127-128.

(25)Weber,M.:a.e. s.128.

(26)Weber,M.:a.e. s.130.

(27)Weber,M.:a.e. s.31.

(28)Weber,M.:a.e. Dip not 32.s.165

(29)Weber,M.:a.e. s.137-138

(30)Weber,M.:a.e. s.138

(31)Weber,M.:a.e. s.27

(32)Weber,M.:a.e. s.30

(33)Weber,M.:a.e. s.31

(34)Weber,M.:Sosyoloji Yazılaı Protestan Mezhepleri ve Kapitalizmin Ruhu.s.258-276.

(35)Weber,M.:Protestan Ahlakı…s.140-141

(36)Weber,M.:a.e. s.147

(37)Krş.Ülgener,S.F.:Zihniyet ve Din,İslam,Tsavvuf ve Çözünme Devri,İktisat Ahlakı,Der Yayınları,İst.1981s.28-29

(38)Ülgener,S.F.:İktisadi Çözünmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası,Der Yayınları,İst.1981 s.101-128

(39)Bilgener,S.F.:Zihniyet,Aydınlar ve İzm’ler,Ank.1983 s.15-19

(40)Günay,Ü.:a.e. s.77-78

(41)Günay,Ü.:a.e s.78-85

 

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.