KUR’AN’DA İNSAN, HİLAFET VE EMANET

İnsan…
“İnsan bu meçhul” denilmiş, “kıvrım kıvrım akar” suya benzetmişler.
Nedir insan?
Niçin yaratılmış, neden yeryüzüne yerleştirilmiş? Hangi özellik ve niteliklerle donatılmış?
Elbette ki bu bilgileri doğru olarak, sadece yaratıcının -sonsuz merhametinden ve kendisine verdiği önemden dolayı insanın/insanlığın yolunu aydınlatmak, yolculuğunu kolaylaştırmak için bir lütuf olarak- görevlendirdiği elçiler ve indirdiği kitaptan öğrenebiliriz.
O kaynaktan öğreniyoruz ki insan, hem “ahsen-i takvim” üzere yaratılmış, hem de “esfel-i safilin”e sürüklenmiş bir varlıktır.
Hem âlemlerin kendisi için yaratıldığını, hem de “hiç” olduğunu idrak yükümlülüğünde bir varlıktır.
Yeryüzünü yaratıcısı adına yönetmek için “halife” olarak yaratılan, bu görev için yeryüzü emrine musahhar kılınan, bütün melekler kendisine secde ettirilen varlıktır.
Aynı zamanda sadece yaratıcısına “kul” olmak için yaratıldığının da şuurunda ve farkında olması gereken varlıktır.
Allah(c.c), insanı mahlûkatın en şereflisi olarak yaratıp, iyiliği ve kötülüğü öğretmiş, akıl, bilgi, irade ve istediğini yapabilme gücü ile donatmıştır. Kur’an-ı Kerim, insanı aslı toprak olan bedenden ve ruhtan müteşekkil, akıllı ve sorumlu yüce bir varlık olarak tarif eder.
İnsanın yaratılış hikâyesi Kur’an’da “atama” iradesinin ortaya konulması ve bunun meleklere duyurulmasıyla başlar: “Ben yeryüzünde bir halife yaratıcıyım.”( Bakara 30)
Dilimizdeki “kalfa” kelimesinin türediği kelime olan “halife”, birinin arkasından onun makamına oturan manasına kullanılır.
Rabbimiz kendi iradesinden, kudret ve sıfatlarından bazı yetkiler vereceği bir varlığı yeryüzüne kendi adına halife kılacağını beyan ediyor.
Bu varlık, doğrudan kendisine bağlı ve “vekil”i olarak, yarattıkları üzerinde birtakım “kul”lanma yetkilerine sahip olacak, O’nun adına hükümlerini icra edecek ve yürütecektir.
Allah celle celaluhu, bu kadar önemli bir vazife ile şereflendirdiği varlığın, yaratıcısını ve görevlendirenini unutarak başka yaratılmışlara tabi olmasını ya da bizatihi kendisinin “asıllık” iddiasında bulunmasını kesinlikle yasaklamıştır.
“Ve Ben, cinni ve insanı bana kulluk etmelerinden başka bir şey için yaratmadım.” (Zariyat 56)
Allah celle celaluhu, bu şerefli varlığın, yaratıcısından başkasına “kul” olmasını, yaratıcısından başka -zaten kendileri de birer yaratılmış olan- varlıklara kendisini “kul”landırmasını, kesinlikle affetmeyeceği bir günah olarak saymıştır. Zira her vekilin, halifenin kıymet ve şerefi, asilin şerefi ve vekilliğin derecesine uygundur. Bu asaletinin farkında olmalı, asaletine leke düşürecek hafifliklerden uzak durmalıdır.
Melekler, Cenabı Hakkın bu irade beyanı üzerine şaşırdılar. Allah’ın murad ettiklerinden başka bir şey dileyemeyen, sürekli O’nu “tesbih” ve “takdis” eden, daha önce yaratıldığı anlaşılan yeryüzünü O’nun emirleri doğrultusunda idare etmekle yükümlü olan bu varlıklar için bu yeni durumun anlaşılamaması gayet tabii idi. Onlara göre bir yaratığın böyle geniş yetki ve irade ile donatılması yeryüzünde Allah’ın kurduğu düzeni ve dengeyi bozardı. Böyle bir görevlendirme yapılacaksa yukarıda anlatılan özelliklerinden dolayı bu vazifenin kendilerinde olması gerekirdi. Ama Allah meleklere, “Hilafetin hikmet ve sebepleri ile ona layık olma meselesi hakkında bilmediğiniz yönler var. Ben sizin bilmediğiniz birçok şeyleri bildiğim gibi, bunu da bilirim.” buyurdu.
Melekler, “Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin” dediler. (Bakara 32)
Yaratıcı, görevlendireceği halifesinin önce bedenini yeryüzü çamurundan yarattı, sonra ruhundan üfleyerek ona can verdi, daha sonra da kendi “esma”sını ve bu esmanın tecellilerini öğretti. Huzurunda topladığı meleklere kendi adına yeryüzündeki işleri yürütecek olan halifeyi ve özelliklerini tanıttı. Öğrettiği “esma”yı ona saydırdı. Meleklere:
“Eğer doğru söyleyenler iseniz, (bu görevi üstlenebileceğinizi düşünüyorsanız,) haydi siz de bana bu isimlerden haber verin.” (Bakara 32) dedi.
Allah celle celaluhu, bu yeni varlığın yüce görev için liyakatini gösterdikten sonra meleklere halifesine secde emri verdi. Bütün meleklerin yeni halifeye secde etmesi ile de “hilafet” sorumluluğu verilen insanın yetkilendirilmesi de tamamlandı.
Bu secde ameliyesi ile melekler ilâhî hükümlerin yerine getirilmesi bakımından insana hilafet mertebesine uygun bir şekilde hizmet ve yardıma memur edilmiş ve bir söze bağlanmış oldular. Melekler, bu secde ile insana bizzat boyun eğmiş değil, fakat onun hilafet görevine hizmetçi olmakla yükümlü oldular. Zira Allah celle celaluhu, insanların, meleklerin ve tüm mahlûkatın yegâne ilahıdır.
Bütün melekler bedeni topraktan yaratılan insana secde etti ama Rabbin emrine rağmen secde etmemesi gerektiğine inanan birisi vardı. Bu, o zamana kadar meleklerle birlikte olduğu anlaşılan İblis idi. O, yaratılışı gereği -ki ‘dumansız ateş’ten yaratılmıştı- kendisinden aşağı olan bir varlığa secde/itaat etmesinin akla ve mantığa uymadığı iddiasındaydı. Bu iddiasını bizzat Allah’ın huzurunda dillendirdi, kibrinden dolayı Allah’ın emrine karşı geldi, asi oldu ve bu kanaatinde ısrarcı oldu. Hatta bu iddiasında haklı olduğunu ispatlamak için utanmadan Allah’tan bir de izin istedi:
“Bana, (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver, dedi.” (Araf 14)
Allah celle celaluhu İblis’e istediği izni ve mühleti verdi ve azabını erteledi. Bunun üzerine İblis:
“Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın! dedi.” (Araf 17) “Ancak onlara günahları süsleyeceğim, ihlâslı kulların müstesna hepsini azdıracağım.” (Hıcr 39) diye de ekledi.
Bunun üzerine Allah celle celaluhu:
“İşte bu, bana ulaştıran dosdoğru yoldur. Azgınlardan sana uyanlar dışında, kullarım üzerinde senin hiçbir hâkimiyetin/sultan yoktur, dedi.” (Hıcr 41-42). Ve devamla:
“Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! And olsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım!” (Araf 18) buyurarak şeytanı ve ona tabi olacakları ikaz ve tehdit etti.
Böylece insanlığın yeryüzünde kıyamete kadar sürecek olan “hilafet görevi ve imtihan süreci” başlatılmış oldu. Bu ayeti kerime ile Allah’ın “tek bir ümmet” dilemediğini, yeryüzünde kendi emir ve yasakları doğrultusunda yaşayacaklar olduğu gibi şeytana uyanların da olacağını anlıyoruz. Eğer öyle olmasa idi belki de ta baştan meleklerin de dediği gibi bu görev onlara verilirdi:
“…(Ey ümmetler!) Her birinize bir şerîat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şerîatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse iyi işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri(n gerçek tarafını) O haber verecektir.” (Maide, 48)
İnsan “çok zalim ve çok cahil” olması nedeniyle böylesine zorlu bir görevi/emaneti yüklendi:
“Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” (Ahzab 72)
İnsan Kur’an-ı Kerim’de, yaratılış amacı doğrultusunda hidayet yolunu takip ederek mü’min, müttaki, muhsin, abid, şakir, rabbine tevekkül eden, mallarını Allah yolunda infak eden, seherlerde istiğfar eden, hayırda yarışan, iyiliği emredip, kötülüğü men eden, boş şeylerden yüz çeviren, sadık, sabırlı, mütevazı, vakarlı, öfkesini yenen, kâfirlere karşı şiddetli(acımasız), kendi aralarında ise merhametli, hem salih hem muslih, nefsini Allah yolunda feda eden, iffetli olabilen ve bu özellikleri ile yaratıcısı tarafından övülen ve ödüllendirileceği vaad edilen bir varlık olarak tanımlanır.
İnsan, yine yaratıcısının ifadeleriyle, yaratılışı itibarıyla zaafları da olan bir varlıktır:
Zayıf yaratılmıştır (Nisa, 28.). Nisyan ile malüldür (Taha, 115.). Tamahkar ve cimridir (Mearic, 19-21, isra, 100.). Çok acelecidir (İsra, 11.- Enbiya, 37.). Övülmeyi ve övünmeyi sever (Al-i İmran, 188. ). Hırslıdır (Bakara, 96). Çabuk ümitsizliğe kapılır (Rum, 36.). Bahanecidir (Fetih, 11.). Çok zalim ve çok cahildir (Ahzap, 72.). Oldukça nankördür (İbrahim, 34.).
Bu zaaflarına teslim olduğunda birçok Kur’an ayetinde kâfir, münafık, fasık, günahkâr, zalim, azgın, haddi aşan, müsrif, zorba, kibirli, refah peşinde ve şımarık, kendini müstağni gören, riyakâr, yalancı, ahdinde durmayan, hilekâr, körü körüne taklitçi, hain, kötülüğü emredip iyiliği yasaklayan, cedelci, sapık, müfsid, hevâ’sını ilah edinen, boş söz satın alan, alaycı, din konusunda kararsız, savurgan, cimri, şüpheci, gafil ve lakayt olarak nitelendirilen, ilahi ceza ve azaba uğratılacağı hususunda uyarılan bir varlıktır.
İnsan, bu dünya hayatında ya temiz fitrî yapısını bozmayarak ve iyi yönlerini geliştirerek “mükemmel insan/insan-ı kâmil” olma yolunda gayret gösterir, ya da zaaflarına yenik düşerek nefsin, şeytanın, kötü arzularının ve hevâsının peşinde sürüklenerek “kötü” kişi olur.
İnsan yeryüzünde yaptıklarından sorumlu olan tek varlıktır. Onun sorumluluğu Allah celle celaluhunun sunduğu emaneti kabul etmesinden kaynaklanmaktadır. İnsana yüklenen yeryüzünde ahlaka ve adalete dayalı bir sosyal düzen kurma görevini, Kur’an “emanet” olarak tasvir etmiştir.
Allah celle celaluhu insana gücünün yetmeyeceğini yüklemez. O halde emaneti yüklenmeye -zor da olsa- gücü yetmektedir. Öyleyse insan gücü yettiğince bu emaneti hakkıyla taşımak zorundadır.
“Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl.”
Amin…