İKİ PARMAĞIN ARASI

Denemelerin hoşluğu, biraz kapalı ama akıcı, anlaşılan ama derinliği de olan, kelimelerin farklı anlamları ile efsunlaştığı, yazarın duygu ve düşüncelerini kendi kendine mırıldanması ile okuyucunun yazara daha çok yaklaştığı bir yazı türü olmasından kaynaklanır. Adı üstünde: Deneme. Yazarlar, şiirin dışında kendilerinin yazı yeteneklerini en iyi, denemeyle fark eder ve fark ettirirler. “Duygusal mı, fikrî mi yazabilirim?” sorusunun cevabını denemeyle anlarlar. Bu sebeple yazı çalışması olan okuyucularımız “deneme” ile kendilerini sınasınlar. Zeynep Hilalin gönderdiği “kelimelerin raks ettiği, duyguların coştuğu, düşüncenin yer bulduğu, bilginin göverdiği, sözün aktığı” deneme gerçekten başarılı olmuş. Teşekkür ediyor ve yeni çalışmalarını bekliyorum. İbrahim Çiftçi
NOT: Şiir dâhil her türlü çalışmanızı “ Kültür ve Sanat Sayfası” olan “ SÖZ MEYDANI” ına elektronik veya klasik posta yoluyla gönderebilirsiniz. Bekliyorum.
İKİ PARMAĞIN ARASI
Yürüyorum… Düşünce denizinin dalgaları sarmış yine zihnimi. Bense bu aralar fikir kayığımı yürütecek kürekleri bulmakta epeyce zorlanıyorum…
Sağımda solumda uzanan taşlara aldırmadan adımlıyorum ıssız yolu ağır ağır… Upuzun yolda benden başka kimsecikler yok. İşittiklerim yalnızca ağaçların arasındaki ürkek kuşların ve ayaklarımın altında ufalanan güz yapraklarının sesinden ibaret. Ölümcül bir sessizlik hâkim bu gözden uzak olası, hatırlanmayası hale getirdiğimiz köşelerde. Başım önümde, bakışlarım dalgın, nereye gittiğimden bihaber, yalnızca yaprakları görüyorum çevremdeki koskoca âlemde. Kimi hâlâ yeşilimsi hayat belirtileri taşıyor üzerinde, kimi çoktan veda etmiş dünyaya. Şen şakrak, sıcacık yaz günlerinin ansızın çekip gitmesiyle neye uğradığını şaşıran yapraklar kendilerini yerde bulmuşlar birbirlerinin ardı sıra. Mevsim boyunca onlara hayat getiren dallarla bağları kopmuş, kendi Azraillerinin peşine takılıp mecburi istikamette yol almışlar belli ki… Hiçbir yere bu kadar yakışamayacağını düşünüyorum bu manzaranın… Ve yürüyorum…
Yaz günlerinin hovarda rüzgârlarında salına salına mevsimi bitiren yaprakların hiç biri şimdi ayaklarımın altından kaçamıyor… Bunları düşündükçe adım atamaz oluyorum yaprakları incitecekmişçesine. Ayağımı nereye koyacağımı bilemeden sendeliyorum ve yürüyüşüm duruyor uzunca bir taşın önünde. Kenarına ilişiyorum usulca. Taşın soğukluğunu tüm zerrelerimde hissederek oturmaya devam ediyorum. Bir şeyler beni kalkmamam için zorluyor sanki. Bakışlarım yerde, binlerce yaprağın kapladığı yolda takılı kalmış, neden sonra fark ediyorum. İkindi güneşi yoldaki yaprakları yer yer okşayarak geziniyor yeryüzünde, son demlerinde. Bir yaprak takılıyor gözüme onca benzerinin arasında. Aslında herhangi bir yaprak… Eğilip alıyorum yerden usulca. İki parmağımın arasında işte o yaprak, canı çekilmiş çoktan… Her zaman hayat dolu olacağını zannettiği damarları kuruyuvermiş ansızın. Bir zamanlar o farkına dahi varmadan en uç noktalarına kadar hayat taşıyan damarlarında artık ölüm geziniyor. Nazenin bedeni avucumda hareketsiz, mecalsiz yatıyor adeta. En hırçın rüzgârlara kafa tutarken bir zamanlar, şimdi benim –hani şu pek çok şeye güç yetiremeyen- parmaklarıma karşı koyacak gücü bile yok… Üzülüyorum onun adına.
Sonra, kuru bir yaprak ile bakışmayı bölerek nerede olduğumu anımsıyorum birden. Ve tüm zerrelerimi tek tek sarsan bir ürperti ile kendimle karşılaşıyorum. Hâlâ kenarında oturmakta olduğum mermer taşın diğer ucuna uzanıyor bakışlarım. Tam da orada, benim doğu tarafımda bir diğer taş, bu kez göğe doğru yükseliyor. Üzerinde bir takım yazılar var fakat onları okumaya göz gerek, oysa benim yine dalgalanıyor bakışlarım ve düşüncelerim bulanıklaşıyor. Yaprakla insan arasındaki farkı düşünmeye başlıyorum. Bir elimdeki yaprağa bakıyorum, bir çevremdeki dikili taşlara… Sayımı bekleyen askerler kadar hareketsiz, muhteşem bir bekleyişle bekliyorlar büyük sayımın olacağı günü. Yerlerinden kıpırdamak gibi bir lüksleri asla yok! Yapraktan pek de bir farkımızın olmadığını anlıyorum işte tam bu anda. Biz de, farkına dahi varmıyorken kılcallarımızda dolaşan ve hep olacağını zannettiğimiz kırmızı hayat sıvısının çekilmesiyle dönmek zorunda kalıyoruz ana yurdumuza. Yaprakların dalına tutunduğu gibi dört elle sarılsak da dünyaya, eteklerimizi savura savura tükettiğimiz hayatın hesabını vermeye gideceğiz en sonunda. Zavallı yaprak… Şimdi iki parmağımın vereceği karara mahkûm. Biz ise o dehşetli günde verilecek karara… Eğer bir noktada ayrılıyorsa yollarımız, yalnızca onun sahip olmadığı sonumuzu seçme hakkımızda… Sanırım asıl mesele de tam bu noktada… Asıl zavallı kim acaba?..
Yeni bir titremeyle sıyrılıyorum zihnimin kalbimi zorlayan sorularından. Kendime geliyorum ve tekrar dönüyorum yanı başımda uzanan gösterişli ve soğuk mermer taşa. Her halinden belli ki uzun zamandır uğranmamış yanına. İlk olarak yazıların “Hüve’l baki” diye başladığını fark ediyorum ve kendimi alamıyorum yazdıranların sözün anlamını bilip bilmediğini düşünmekten. Hemen altında dünyalı bir isim ve mensubu olduğu soyun ismi… Onun da altındaki rakamlar hanım efendinin belki de dünyadayken gizlemeyi yeğlediği yaşını ele veriyor pervasızca. Taşın üzerindeki yazılar -mezarın görüntüsünden de rahatça anlaşılacağı gibi- terk edilmesi en başından planlanmışçasına, bir zahmet mezar sahiplerinin yerine de okuyuvermeleri için ziyaretçilere gönderilen “Ruhuna Fatiha” dileğiyle bitiyor. Adet yerini bulsun dercesine… Bir de gül nakşedilmiş koskoca mermerin bir ucuna. Evlatları çok düşünceliymiş merhumenin, hiçbir estetiği unutmamışlar maşallah… Günleri güzel geçsin sırasını beklerken diye, hiçbir masraftan kaçınmamışlar…
Ben bunları düşünürken, beynimde kopan onca fırtınanın üzerine elimde daha bir titizlikle tuttuğum yaprak kayıp düşüyor yere. Bir hoş seda gökleri inleterek ulaşıyor kulaklarıma. “Allahu Ekber!” deyip müezzine eşlik ederek doğruluyorum yerimde. Az önce okuduğum yazıların yavaş yavaş gölgelenişine şahit olarak, bin bir düşünceyle akşama emanet ediyorum kabristanı… Aynı yolda, fakat bu kez yetişmem gereken bir namazın varlığından haberdar olarak hızlandırıyorum adımlarımı… İki parmağın arasında ufalanmamak için…
Zeynep Hilal Yolcu