Çağdışı Olduğum Gün

Hafızama kazınan o gün öyle böyle bir gün değildi. Şöyle açıklayayım, “bir anım var deyip de bir kısmını hatırlayamayıp ‘aaa neydi, hadi deyiver, şimdi aklıma gelir diyebileceğim bir zaman değildi.” Hiç bir zaman unutmayacağım her anını net bir şekilde hatırladığım mübarek bir gündü. Hayatım da ki mihenk taşlarından…
Üniversiteden yeni mezun olmuş diplomamı büyük bir mutlulukla elime almıştım. Artık eğitim hayatım bitmiş(ya da ben öyle sanıyordum) ve öğretmeye öğretmenliğe başlayacaktım. Türkiye’nin isim yapmış sayılı üniversitelerinden birini derece ile bitirmiş, bununla da yetinmeyip Avrupa da mastırımı tamamlayıp gelmiştim. Öğretmen olmak için şart değildi elbet ama ben sıradan bir öğretmen olmayacaktım, olamazdım.
Birçok kolej ve özel okuldan teklif almıştım ama ben Anadolu’ya gidecek köy köy, kasaba kasaba gezecektim. O geri kalmış, yobazlıktan kurtulamamış, beyni örümcek ağı kaplamış kafaları aydınlatacaktım. Aydınlatamasam bile o körpecik yavruları kurtaracağım, uygarlaştıracağım gibi düşüncelerle daha da heyecanlanıyordum. Her günüm bir yıldı, zaman geçmiyordu, akrep yel kovanı kovalamıyordu sanki.
Bir cuma sabahı kapı çaldı. Az uyanık çok uyuşuk bir halde açtım kapıyı. Baktım postacı, bir zarf tutuşturdu elime sonra gitti. Açtım baktım ki atama bildirisi gelmiş sevinçten havalara uçtum. Daha neresi olduğuna bile bakmamıştım zaten benim için önemli de değildi. Yine de göz ucuyla şöyle bir baktım ki Anadolu’nun ortasında bir kasaba. Biraz araştırdım üzümüyle meşhur tatlı şirin bir kasaba imiş. Aklıma o an üzüm varsa güzelim şarapları da vardır düşüncesi geldi. Bir an içim iyice kıpır kıpır oldu ama kendime “sen oraya bir eğitimci olarak gideceksin, önce yapman gerekenler var. Sahip ol kendine.” dedim.
O gün sevinçten uyuyamadım. Üniversitede kısa geceler uzun partiler sonra içkilerim, dışkılarım, onulmaz aşklarım… ya bana tüm günahlarımı döktüreceksiniz tövbe, tövbe … Çağdaşken ki yaşamımda olduğu gibi değil gerçekten sabah olamıyordu. Derken okulun başlayacağı vakit geldi çattı. Şairin dediği gibi’ ne zorlu yollar, ne sarp yokuşlar çağırır beni meydanlar’. Bir telaş ve heyecan yükü ile kasabaya vardım. Kasabayı tanımıyorum, orada neyi nasıl yapacağımı nerede kalacağımı tam bilmiyorum tek bir odak noktam var okulum ve tanışacağım taze yürekler. Tek amacım ulaşabildiğim kadar insana ulaşmak ve onları karanlıklardan çıkarmak.
Başlıyordu ilk günüm, kaldığım misafirhaneden çıkıp okula giderken duvardaki kendimle bakışıp selamlaşıp evden okula doğru çıktım. İlk zamanlarım olmasına rağmen kasabada bir gariplik var gibiydi. İçimi farklı bir huzur hissetmeye başlamıştım ve bu sebepsiz huzur beni telaşlandırmıştı. Çünkü herkes bana çok iyi davranıyor kendi evlatları gibi samimi samimi yaklaşıyorlardı.
Okula gelmiştim. Oradaki meslektaşlarımla tanıştım. Fena insanlara benzemiyorlardı yalnız biri hariç. Siyah örtülere bürünmüş başka bir bayan öğretmen. Ama bana çok sakin ve heyecansız gelmişlerdi. Herhalde dedim bunlar mesleki şevklerini yitirmişler. Neyse ki bende hepsine yetecek kadar şevk, istek vardı. Bu arada unuttum galiba benim branşım tarih ama aldığım eğitimlerden dolayı birçok branşta yeterliliklerim var.
Artık dersteyim ve bu benim ilk dersim, ikinci, üçüncü… Sonra birkaç gün daha. Çocuklarla tanışmaya başladım. Gariptir ki hem yaşları hem de bulundukları kasaba ortamı yani özgür doğal ortam gereği aşırı hareketli ve çok yaramaz olmalarını beklediğim çocuklarda mükemmel bir edep ağır başlılık, tatlı bir hareketlilik ve daha birçok güzel özellik… Nereden biliyorlardı, nereden öğrenmişlerdi bu davranışları ve yapmacıkta değildi hepsi. Olduğu gibi çocuklardı.
Derse konulara başlamadan önce eğlendik, futbol oynadık ve ısındık birbirimize. Çocuklara okumanın, yazmanın önemini anlatmak için dedim ki, “çocuklar biliyorsunuz okumak ve yazmak çok önemli. İnsanlık Sümerlilerin yazıyı icadı ile daha hızlı gelişmeye başlamış ve gelişmiş. Bunlarla birlikte icat ve keşifler yapılmış. Arşimet’in suyun kaldırma kuvvetini keşfetmesi gibi birçok şey toplumların okumaya ve bilim adamlarına destekten dolayı o karanlık devirlerden bu noktalara gelmiştir.” cümlesini bitirdim. Arka sıralardan bir genç el kaldırdı ve dedi ki “Öğretmenim müsaadenizle bir noktayı izah etmek istiyorum. Sümerlilerden önce yazı vardı. Çünkü ilk insan Hz Âdem aleyhisselama on sahifelik kitap inmiş yani ilk insanla beraber yazı okuma vardı.” dedi ve sözlerine devam etti. “Yani beni maruz görün kusuruma bakmayın ama ayrıca icat yoktur hepsi bir mana da keşiftir. Çünkü Rabbimiz Allah, biz Âdem’e eşyanın ismini öğrettik diyor yani Hz Âdem aleyhisselam biliyordu insan kendi çaba ve çalışmalarıyla nasıl yapılacağını nasıl üretileceğini buldu. Bir de suyun kaldırma kuvveti noktası ise başka bir ilgi çekici noktadır. Çünkü Hz Nuh aleyhisselamın yaptığı bir gemi var yani suyun kaldırma kuvveti biliniyordu. Bu nokta da Arşimet’e keşfetti değil de belki sistemli hale getirdi diyebiliriz.” dedi ve aynı naifliğiyle yerine edeplice oturdu. Ben şoktayım tabi… “Size bu deli saçmalıklarını kim öğretiyor? Ben size gerçek tarihi anlatacağım. Dinlemeyin inanmayın bunun gibi safsatalara” dedim.
O gence sordum nerden duydun bunları, kim zehirledi sizi dedim. Öğretmenim Ali hoca anlattı. Hem o Ali hoca benim dedem aynı zamanda herkesin hocası burada her şey ona danışılır herkes ondan fikir alır. Çok zengin olmamasına rağmen elinden geldiği kadar ihtiyacı olanlara yardımda bulunur. Tamam, yeterli… Şu cahil ihtiyarı anlatma bana dedim. Canım çok sıkılmıştı ama asıl mücadele edeceğim kişi ortaya çıkmış oldu ve zihniyetini öğrendim yobazın.
Ders bitti öğretmenler odasına gittim durumu anlattım. İşin garip tarafı öğretmenler bana destek vereceklerine o ihtiyarı destekleyici cümleler kurdular. Hatta biri dedi ki “bak canım kardeşim, sana küçük bir örnek vereyim. Bu kasabada Türkiye’nin en lezzetli üzümleri üretilir bir tanesi bile şarap olmaz. Faydalı işlerde değerlendirilir. Ayrıca hemen hemen hiçbir asayiş olayı olmaz, bizler hep başka illerdeniz ve tayin haklarımız var. Hiçbirimiz gitmiyor, gitmek istemiyor bu kasabadan. Bunların hepsi Ali amcamız sayesinde… Mesela biz kaç kere eşimle boşanma aşamasına geldik Ali amca tuttu elimizden. Bizim gibi birçok aile birçok toplum yararına işler. Bu kasabada insanların geçim kaynağı üzümdür ve çevre köyler kasabalar da aynı şekilde. İşte üzüm meselesinde ise daha düzgün en helal ve maddi değer olarak daha fazla gelir elde edilebilecek yollar buldu.” Tam sözü bitmişti ki oradan başörtülü bir bayan öğretmen söze dâhil oldu. Onunla gerici diye hiç konuşmamıştım ki benimle konuşurken gayet ciddi bir şekilde bana dedi ki bakın muallim bey, ben açık bir bayandım ve din konusunda sizden daha beter bir durumdaydım. Elhamdülillah ki Ali amcayla tanıştım. Benim için hayatımın anlam ve yönünü değiştirdi. Nasıl ve nereden eğitim almışsa bizler onun yanında sönük kalıyoruz bu halimizle, Allah ondan razı olsun.” dedi. Dedim ki “hepiniz onun büyüsünün etkisi altındasınız. Yazıklar olsun, sizlerle bu işi nasıl yapacağız tek kaldım bu kıta da” dedim.
O sinirle çıktım okuldan yürümeye başladım her an ağlayabilirdim ama ağlamayacağım, mücadele edeceğim herkes görecek. Yürüdüm, yürüdüm ve düşündüm. Düşündüm nasıl yapacaktım ya da yapmalı mı yoksa bende mücadeleden vazgeçip teslim mi olmalıydım. Bilmiyordum, yorgun düştüm sağıma soluma şöyle bir baktım kasabadan bayağı uzaklaşmışım üzüm bağlarına kadar yürümüşüm acıkmış ve susamıştım. Gerisin geri kasabaya dönmeye de takatim kalmadı. Bağlardan birinin içine girdim ve bir ağacın altına oturdum. Biraz üzüm yedikten sonra orda uyuya kalmışım.
Bir anda uyandım hava biraz kararmış. Bir de baktım ki karşımda bir kurt bana doğru yaklaşıyor ve hırlıyor. Evet, bir tane daha diğer tarafımdan bir kurt daha yaklaşmaya başladı. Ne yapsam bilemedim! O an annemin ben küçükken darlığa düştüğünde söylediği cümle geldi aklıma. ‘Ya RABBİ yardım et, ya RABBİ yardım et, ALLAH’ım koru beni!’ dedim ve gözlerimi kapattım. Teslim oldum ki başka çaremde yoktu. Derken bir tüfek sesi ardından geldiim geldiim, hoşt hoşt diye bir sesleniş. Bir de baktım kurtlar kaçtı gitti ihtiyar bir amca geldi. “Muallim bey iyi misin? Beni tanıyor musunuz?” dedim. “Evet, sen yeni gelen muallim değil misin?” dedi. “Evet, ama ben sizi tanımıyorum.” dedim. “Hele gel bakalım, tanışırız.” deyip beni evine götürdü.
Yemekten sonra çaya geçtik semaverin başında tatlı bir sohbete başladık. Yani nasıl tarif edeyim; o kadar tatlı, o kadar hoş bir muhabbetti ki resmen ağzından bal akıyordu. O kelimeleri, o samimiyeti sanki benim öz dedem ve dizinin dibinde büyümüşüm gibi… “Artık ben kalkayım.” dedim. “Dur bakalım muallim bey! Kal bu gece, sabah gidersin.” dedi.
Yattık uyuduk. Ben okula gitmek için kalktım rahatsız olmasınlar diye yavaşça odadan çıktım ki “kahvaltı sofrası hazır, muallim bey! Buyurun kahvaltıya.” dedi. “Seni bekliyorum sabah namazından beri… Bayağı yorulmuşun, namazı da kaçırdın.” dedi. Şaşkınlıkla ve de mahcubiyetin verdiği hal ile kahvaltıyı yaptık. Evden çıkarken sordum bey amca ismin nedir unuttum sormayı “Ali” dedi. “Kasabalının Ali Amcası” dedi. Kafam yandı o an. Derdimden Shakespeare oldum sanki beynimin içinde Romeo, Romeo sesleri yankılandı. Aptallaştım o an. Tepki de veremeyip “Aziz Ali Bey, benim için yaptıklarınızı unutacak değilim. Ama bu köyü sizin bağnazlığınızdan kurtaracağım.” dedim. O da “unutma vazgeçmek, pes etmek değildir evladım!” dedi ayrıldım.
Milli eğitimden izin alıp biraz dinlenmek birazda ne yapacağıma karar vermek için evime döndüm. Ali amcayı ve yaptıklarını düşünüyordum. Hem o kasaba hem de Ali amca hakkında biraz araştırma yaptım. Dedesi Osmanlı medreselerinden mezun İstanbul’un meşhur camilerinden birinde imam iken şeriat yanlısı ve inkılap karşıtı ayaklanmalara halkı teşvikten sürülmüş ama hiç durmamış, durdurulamamış. Hacıveyiszadegillerden yani insana, topluma şekil veren çınarlardanmış.
Böyle anlatıyorum ama bir yandan sövüyor bir yandan hayret ediyordum. Kasabanın son 20 yılda asayiş olaylarını araştırdım, hakikaten hiçbir şey yok. Birkaç yan köyde ise her gün hırsızlık, ahlaksızlık gibi vukuatlar var. Üniversitede iken o gelişmiş şehirde profesörlerin ve doçentlerin cirit attığı medeni şehirde, mastırımı yaptığım ülkelerde… Böyle huzurlu, böyle kanaatkâr, böyle şuur ve bilinç oturmuş bir yer görmedim, duymadım ve anlatmadılar. Gerçekten eğitim neydi ve eğitimli kime denirdi? Ciddi ciddi sorgulamaya başladım kafayı yemek üzereydim odamdan 10 gün hiç çıkmadım. Ben ‘vazgeçmeyi düşünüyordum vazgeçmek derken neyi kast etmişti’. O gün akşam parti vardı arkadaşlarım çok ısrar etti halim yoktu ama kendimi belki toparlayabilirim diye gittim. Partideyim, herkes çılgınlar gibi eğleniyor ben bir köşede resmen eziyet çekiyordum. Kız arkadaşım geldi bir iki ısrar etti eğlenceye katılmam için ama yok. İki türlü yok birincisi kız arkadaşıma karşı sanki eski duygularım yoktu ve çok itici geliyordu. Bir de parti saçma hareketler yapıp sallanarak eğlendiklerini sanıyorlardı.
Resmen soyutlanmıştım, sanki deri değiştiriyor gibi değil de ruh değiştiriyor gibiydim. Kız arkadaşım bana ne yobaz yobaz duruyorsun oraya gidip geldikten sonra sen de bir haller var, ‘üniversitedeki hedeflerimizi unutma! Arındıracağız gençleri, karanlıklardan.’ dedi. Allah Allah diye bağırdım. Herkes dönüp bana baktı ne bakıyorsunuz lan, yaratıcınızın adını ilk defa mı duyuyorsunuz. Hemen bir araba buldum tam gidiyordum ki kız arkadaşım “beni bırakıp nereye gidiyorsun, hani beraber gidecektik” dedi. “Ben gerçek aydınlığı buldum. Gözyaşlarıyla gülebilmenin, insana gerçek aydınlığı yani özgürlüğü kana kana içilecek mekâna, gerçek eğitimin önünde diz çökmeye gidiyorum.” dedim.
Bir iki gün sonra vardım Ali amcanın evine. Çaldım kapıyı açan olmadı bir daha çaldım yine açan olmadı tam vazgeçtim giderken arkamdan o naif sesiyle “muallim bey, evladım sen mi geldin? Ben de seni bekliyordum ama biraz geciktin cezayı hak ettin.” dedi. Döndüm sarıldım sıkı sıkı, ağlaya ağlaya ne ceza verirsen razıyım. Yeter ki anlat yeter ki hakikatler dökülsün. Geçtik içeri anlattı anlattı.
Yaklaşık 10 ay sabah ben çocuklara ders anlatıyorum akşam ders alıyorum. Dini mübini İslam’ın hakikatlarını, hassasiyetlerini. “Artık sana anlatacaklarım bitti, bundan sonrası… Yavaş yavaş veda zamanımız geliyor.” dedi. Tahmin ediyordum ama yine de çok üzüldüm. “Şimdi geldik sana verilecek cezaya, bana o zaman şaka yaptınız sandım hocam buyurun nedir cezam. Ceza faslına geçmeden bir şey sorabilir miyim dedim. Buyur muallim beyim dedi. Hocam, Ali amcam ben senin gibi uzun süre bu heyecanımı ve dik duruşumu nasıl sürekli hale getireceğim.” dedim. Dinle evlat bu anlatacağımı hiç unutma, kulağına küpe yap.
Hz Peygamber aleyhisselam bir gün Mescidi Nebevi’de ashabı kiram efendilerimizle sohbet ederken namaz vakti girmiş, ezan okunmuş. Diğer sahabe efendilerimiz de mescide gelmeye başlamışlar. Derken gürültü olmuş sen şuraya otur sepeti buraya koyalım gibi. Abdullah bin revaha isimli sahabe de daha mescidin dışındaymış. Peygamber efendimiz seslenmiş ‘herkes bulunduğu yere otursun.’ Abdullah bin revaha da olduğu yere oturmuş, yolun ortasına. Çevresindekiler, ‘sana söylemedi ki o sözün muhatabı sen değilsin.’ demişler. Abdullah bin revaha da ‘ben aşığım Efendime. Ve ancak Efendim kalk derse buradan kalkarım.’ demiş. Yani kalkmamış yolun ortasında, kalakalmış.” işte muallim bey, evladım! Sen gönlünde bu Muhammedi aşkı taşıyabilirsen sonuna kadar. İşte o vakit sürdürebilirsin ve seni hiçbir şey yıldıramaz, yolundan alıkoyamaz.” dedi ve şu şiir döküldü dudaklarından;
Ağla gözüm dinsin sızım
Bu şehirde yalnızım
Hasret benim hüzün benim
Ama yine umut benim
Düğün dernek sizin olsun
Bana ölümleri verin
Çiçekleri hapsettiniz
Toprağa taşlar ektiniz
Eyvah olsun size sizden
Arzı ifsat eylediniz
Şah damarım sizin olsun
Bana yüreğimi verin
Şah damarım sizin olsun
Bana yüreğimi verin
“Beni de ağlatacaksın, gelelim senin ceza meselene.” ‘Buyurun hocam.’ Karşı komşum İsmail Efendi’nin torunu var. Onu senin için yetiştirdim. O da senin gibi üniversite okumuş, şuur ve edep sahibi. Bu hayatta psikolojini yüksek tutacak, sana çalışmalarında yardımcı olacak, destek olacak bir hayat arkadaşı, ahiret yoldaşı… Ne dersin? dedi. “Ne diyeyim, Allah derim diyecektim, ayıp olmasın diye bilmem nasıl olur ki?” dedim. Hem benim ailemi ve yaşantılarını biliyorsunuz hocam, dedim. Bıyık altı bir gülümseme ile peki gidelim de görüşün kızcağızla sonra diğer kısımlarını hallederiz, dedi. Görüştük, konuştuk ve anlaştık. Ailem pek istemese de evlendik.
O beni dağlara taşlara sığdıramayan arkadaşlarımın içinde en sevilen, herkes tarafından tercih edilen ben, sırf yeni hayat tarzımdan, yüzümdeki sakaldan ve hanımımın tesettüründen dolayı insan yurduna konmayan, aşağılanan eski çağdaş şimdi çağ dışı olan ben, ne oldu da böyle oldu, ne oldu da adım sakallıya çıktı. Ben hepsiyle aynı eğitimi aldım aynı okullarda, aynı çevrede büyüdük. Aradaki tek fark benim aldığım 10 aylık eğitim. Aklıma şöyle bir kelam geldi. Eğitim kafayı geliştirmek demektir, belleği doldurmak değil.
Kendi memleketime döndüm. Bir gün hanımımla yolda yürürken eski kız arkadaşımla karşılaştık. Tabii ki onunda yanında yeni erkek arkadaşı vardı. Yanımızdan geçip giderken şu cümleyi kuruyordu. “Yazık oldu çocuğa eşinin kıyafeti gibi zihni de kararıp gitti, çağdaş parlak biriydi.” O vakit o kadar huzur doldu ki içim anlatamam. Dolu dolu ‘Elhamdülillah’ dedim. Yani soruyorum, o kasabadaki çocuklar mı, Ali amca mı, ilkokulu ancak okumuş kasabalı mı, kendilerini İslam’a teslim etmiş oradaki diğer öğretmenler mi yoksa o kadar eğitimler almış diplomalar kazanmış kendini kanıtlamış bizler mi?
Bir de şöyle bir soru geliyor aklıma. Geri kafalı, yobaz, örümcek beyinli kimdi ya da böyle yakıştırmaları niçin yapıyorduk? Sırf cahiller diye mi yoksa eğitim almış ama bizim gibi düşünmüyorlar diye mi? Onlarca okul okumuş sayısız başarı belgesi almış ama işin gerçek iç yüzünü görememiş ben ve benim gibi yüz binler mi yoksa dağlar gibi yanan ateşe bir umutla su taşıyan karınca misali Ali amcalar, hacıveyiszadeler mi?