SÖZ MEYDANI / ABD-Türkiye Romantizmi ve Mahkûmiyeti

Türkiye’nin gündeminden hiç düşmeyen Amerika yine son zamanlarda gündemin başköşesine oturdu. Elçilik çalışanlarının yargılanması, Papaz’ın 26 ay tutuklu kalması (Herhalde ABD-Türkiye ilişki tarihinde bir ilk), Fırat’ın doğusu, ABD-YPG aşkı, S-400 alımı, F-35 ortaklığı ve alımı, İran anlaşmazlığı gibi konular Birleşik Devletleri gündemimizin en üstüne oturttu.
Tam da bu sıralar kızımın bana “oku” diye hediye ettiği beş kitaptan biri olan Mücahit GÜLTEKİN’in kitabını okuyordum (henüz bitiremedim): Türkiye ABD İlişkilerinin Psikolojisi isimli eserde TC-ABD ilişkilerinin romantik bir ilişki olduğunu ve Türkiye’nin hiçbir dönemde bu ilişkiden vazgeçemediğini sunulan belge ve bilgilerden anlıyoruz.
“Missouri Gemisi İstanbul’a demirlediğinde takvim yaprakları 5 Nisan 1946 Cuma gününü gösteriyordu. İkinci Dünya Savaşı bitimindeki bu kritik tarih, Cumhuriyet Türkiye’sinin kaderini şekillendirecek gelişmelerin başlangıcıydı. Mecliste yapılan konuşmalar ve gazetelerde yayımlanan yazılar ABD’nin Türkiye’de sempatiyle anıldığını, iyiliksever, koruyucu ve kurtarıcı bir imgeyle baş tacı edildiğini hatta kutsandığını gösteriyordu. Başbakan Şükrü Saraçoğlu için ABD “Dünyanın en mükemmel çocuğu” idi. CHP vekili Muhittin Baha Pars, Amerikan Başkanı Roosevelt için “Peygamber gibi temiz ve kusursuz” nitelemesinde bulunmuştu. Celal Bayar ise Türkiye için NATO’nun “imanlı bir uzvu” diyordu. Türkiye’nin siyasal ve kültürel elitine hâkim olan bu duygusal atmosfer yaklaşık yirmi yıl boyunca devam etti. 1964’te ABD Başkanı Johnson tarafından İsmet İnönü’ye yazılan mektup, Türkiye’deki yerleşik Amerikan romantizmini sarstı. O günden sonra Türkiye-ABD ilişkileri hiçbir zaman 1950’lerdeki altın yıllarına dönemese de, ABD’nin Türkiye üzerindeki belirleyici etkisi devam etti. Bu sarsıntı Tayyip ERDOĞAN döneminde de artarak devam ediyor.
Kıbrıs ve terör meselesi gibi hayati konularda çatışma yaşandığı halde bile niçin ABD’yle birlikte hareket etmeye devam edilmektedir? Türkiye, ABD’nin çıkarlarına zarar verdiğini anladıktan sonra bile niçin ABD’den vazgeçememektedir?
İşin garibi bütün tam gelişmemiş ülkeler gibi bizde de hep zarar gören biz olduğumuz halde ABD’yi bırakamıyoruz. Johnson Mektubu, Kıbrıs harekâtı ve ambargo, Ermeni meselesi, tüm darbeler, afyon ekimi… gibi eski çatışmalara son zamanlarda yargılanmalar, FETÖ, Papazın tutuklu kalması, Fırat’ın doğusu, ABD-YPG aşkı, S-400 alımı, F-35 ortaklığı ve alımı, İran anlaşmazlığı (Halkbank Müdürü hala tutuklu) ve en önemlisi Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi engelleme planı maddeleri de eklendi. Son zamanlarda ekonomik yönden sıkıştırılmak istenen bir Türkiye var. Dolarla, ekonomik yaptırımlarla siyasal baskıyla sıkıştırılan bir Türkiye. Tüm bunlara rağmen rest çekilemeyen bir ABD. Bunun sebebi ne olabilir?
Ama tam olarak rest çekemeyen bir Türkiye. Niçin? Çünkü geçmişte, halkın hatta yöneticilerin dahi bilmediği özellikle askeri anlamda o kadar “ikili anlaşmalar” yapılmış ki bunları aşıp rest çekmek mümkün görünmüyor. Malatya’daki üs, İncirlik Üssü… gibi daha nice üsler, anlaşmalar. NATO… Menderes Hükümeti’nin girmek amacıyla Kore’de ne için savaştığını bilmeyen onlarca askerimizi, canımızı feda ettiği NATO. Komünizm korkusuyla Amerika’ya esir edilen birçok ülke gibi Türkiye de NATO’ya mahkûm edilmiş. Peki NATO’nun Türkiye’ye ne zaman, nasıl, ne kadar faydası olmuş, bilen var mı? Ben bilmiyorum. Ama soğuk savaş döneminden sonra kırmızı yerine yeşilin düşman rengi yapıldığı bilinen bir gerçek.
1946’dan beri devam eden ve hiç kesintiye uğramayan bu ilişki bir Stockholm Sendromu’na mı dönüştü diye sormadan edemiyoruz. Baskı altında olan kişinin bir süre sonra kendisine baskı uygulayan kişiye duymaya başladığı hayranlığa Stockholm Sendromu deniyor. Bu konuda yapılan bazı araştırmalarda baskı altındaki kişinin kendisine işkence eden kişiye duygusal bağla bağlandığı gözlemlenmiştir.
Biz ABD gibi güçlü bir devlet oluncaya kadar romantik tarzda başlayan ABD-Türkiye ilişkileri realite olarak devam eder ve bitmez. Bilmem yanılıyor muyum?