Sindirella’nın Ayakkabısı ve Taassup

Çocuk kendisinin iki katı kadar uzunlukta olan abisine meydan okuyor, biliyor ki babası ‘Abisi o daha küçük’ diyecek. Ödevlerini gecenin geç saatlerine bırakıyor, tahmin ediyor ki uykusuz kalmasına dayanamayan bir aile büyüğü mutlaka yardım edecek. Yemeğini yavaş yavaş yiyor, adı kadar emin ki bu dağınıklığa dayanamayan annesi birazdan müdahale edecek ve hızlı bir şekilde kendi elleriyle yemeğini yedirecek. Kıyafetlerini çıkarmayı, oyuncaklarını toplamayı öğrenmiyor, biliyor ki ebeveyninin şefkatli elleri hep onun arkasını toplayacak, kavgalarını ayıracak, haksızken haklı yapacak, her durumda hatayı o yapacak bedelini ise ya bir büyüğü ya da hata yapılan tarafta ailesi tarafından yeterince korunmayan şahıs ödeyecek. Hepimiz gibi bu çocukta “Zeki ama çalışmıyor.” sözünü iltifat zannederek büyüyecek. Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince öyle devam edecek, yaşken eğilen ağaç, eğikliğiyle övünecek.
Yıllar geçecek çocuğumuz yetişkin olacak, bu sefer annesinin de altından kalkamayacağı sorumluluklarla karşılaşacak: İman gibi, İslam gibi, İhsan gibi bunları araştırıp -anlayıp- hayata geçirmek gibi… Ama yılların alışkanlığı var bir kere, birdenbire bu kadar sorumluluğu kabul etmez bu bünye, yorulur, hararet yapar. Ne yapmalı?
TV’de iddialı laflar eden, tüm Müslümanları eleştiren, sadece kendini ve kendine bağlı olanların kurtuluşunu garantileyen, bazen ağlayan, bazen kahkahalar attıran, her konuda bilgisi olan ama hiçbir konuda tam uzmanlığı bulunmayan bir hoca bulunur. Sorumluluklarımızı bizim çapımıza göre anlatan, hatta bazen bizim yerimize de yapan, bizim adımıza kafa yoran, karar alan bizi hiç yormayan, tabi bu yaptığı fedakârlıklar karşılığında da zekâtlarımıza, kurbanlarımıza, sadakalarımıza talip olan bir lider. Sonra tekrar gelsin zeki ama çalışılmayan günler.
Annemizin aklına gelir miydi ki kavga ettiği zaman onu savunmak için tüm apartmanla küstüğü evladı şimdi her halinden cehalet akan hocası için canını siper yapıyor. Annenin gönlüne düşer miydi ki sevinsin diye mükâfat olarak ödevlerini yaptığı yavrusu şimdi sorumluluklarından kaçmak için ruhunu-beynini-kalbini bir gruba teslim ediyor.
Evet, hanımlar-beyler! Zekiyiz ama çalışmıyoruz, enerjimiz var, vatan-millet sevgimiz devasa ama tüm eforumuzu münazara-miting-kermes seviyesinde tüketiyoruz. Çünkü münazara da bilginin doğruluğu değil inandırıcılığı önemlidir, mitingler zaten yüksek sesimize, kermesler de alan ya da veren ellerimize taliptir. Hâlbuki İslam âlimlerimizin çoğu münazarayı-tartışmayı kendine yasak etmiştir, biz ise ceddimizin tevbe ettiği yöntemle -anlık galip olmanın verdiği sahte bir zevk için belki de- geçmişimizi kutsama ya da yeni idoller, efsaneler, savunulacak ya da reddedilecek şeyler bulma derdindeyiz.
“Ben zahire göre hüküm veririm, sırlara ise sadece Allah hâkimdir.” diyen Nebi’nin ümmeti ne kadar da emin ağzından çıkan her sözün hakikatinden. “Öyle bir zaman gelecek ki yalan yaygınlaşacak, kişi kendisinden şahitlik istenmediği halde şehadette bulunacak, yemin talep edilmediği halde yemin edecek…” hadisini gerçekleştirmek için nasıl da çırpınıyoruz dört bir elden.
“Öyleymiş, gazeteler öyle yazıyor.” diyerek bir günde nice âlimi zalim, zalimi âlim ilan ediyoruz. “Duydun mu, şöyleymiş.” diyerek nice görmediğimiz hakkında bilgi sahibi olmadığımız şeylere şahitlik ediyoruz, hâlbuki kimse bizi mahkemeye çağırmamış, bizden şahitlik isteyen de yok. Olduğu söylenenle olan, gösterilenle vuku bulan arasında uçurumlar var ama ilgilenmiyoruz, tembellik ve akıllı görünme arzusu yakamızda. “Akıllılar hep şüphe içindeyken, cahiller küstahça kendinden emindir.” sözünü her gün binlerce kez haklı çıkartıyoruz. “Bizim yanılma ihtimalimiz yoktur, araştırmak için zamanımız yoktur, bizim gittiğimiz yoldan başka doğru yol yoktur.” sloganlarıyla bir sayfa-kitap -dergi -makale okumadan herkese meydan okuyoruz.
“Hâlbuki anlaşılmayan şey nasıl red veya kabul edilebilir? Bir kimse herhangi bir ilmin yanlışlığını o ilmi son noktasına kadar kavramadıkça bilemez. Hatta bu ilmin özünü en iyi bilenin düzeyine gelip sonra onu aşmalı ve derecesini geçmelidir. Böylece o ilimde otorite sayılan kişinin farkına varmadığı derinliğin ve tehlikenin farkına varır. İşte o vakit her şeyin yanlışlığı ile ilgili iddiası gerçekçi olur.” diyen İmam Gazali’nin bu sözüne ve tavsiyelerine her gün yaşantımızla karşı çıkmamıza rağmen İmam Gazali ismini yerlere göklere sığdıramıyoruz.
“Doğruyu kişilere göre değerlendirme, aksine doğruyu bilirsen ehlini de bilirsin.” diyen Hz. Ali’nin yolundan gittiğini söyleyenler bile Ehl-i Beyt’ten olmayanın sözünü sahih kabul etmezken daha ne denebilir ki? Doğruyu kişilerle tanıyan, kişileri doğrularla tanımayan kişilerin memleketinde kişi başına binlerce hikmetli söz düşmesine rağmen kişi başına bir tane salih amelin düşmemesi normal değil mi?
Çünkü herkes şeksiz-şüphesiz doğruluğundan emin olduğu yolda yürüyor, diğer yolların yanlışlığını akılla-kesin bilgiyle-zihin, kalp teriyle ispat edemediği için her gün kendi yolunun ve rehberinin kutsallığının dozunu biraz daha arttırıyor. Aslında yol kutsallaştıkça yolcu kendini de takdis etmiş oluyor, (böyle yüce bir yola ancak yüce bir insan layık olabilir demek ki yolcumuz da yüceler yücesi!). Bu narsizm ve taassup dolu yolculuk bazen üstadın girdirdiği çıkmaz sokaklarda, kazalarda, hayati hatalarda şüphe uyandırsa da talebemiz hemen soruları aklın oyunları, şeytanın iğvaları ve diğer yolların yolcularının fitne tohumları yorumu ile cevaplandırıyor. Yolcular değişiyor ama yanlış yollar böyle devam ediyor.
Peygamberin doğduğu gece, takdis edilen meşhur SAVA (Taberiyye) gölü birden bire kuruyuverdi. Bu, gelen zat’ın Allah’ın izniyle olmayan şeylerin kutsal kabul edilmesini yasaklayacağının işaretiydi. Allah, Resul’ünün gelişini müjdelemek için kutsal kabul edilen bir fâninin varlığına son verdi ama biz de Peygamber Efendimize itaatimizi ispatlamak için her gün bir kutsal icad ediyoruz.
Doğrudur, kandırıldık… Ama seve seve, göre göre ve bile bile. Bu yalan devranın tekerrür etmemesi için yeni kutsallara değil, elimizde bulunan ve doğruluğu Kur’an ve Sünnetle sabit olan yüce değerlerin hakkını vermeye, sadece zeki olmaya değil biraz da çalışkan olmaya, acilen kendi hayatımızın, imanımızın sorumluluğunu almaya ihtiyacımız var. Çocuğunun sorusuna “Gel cevabını beraber araştıralım.” diyen annelere ve “Anneciğim, Sindirella 12’den sonra her şeyiyle külkedisi oldu da ayakkabıları neden aynı kaldı.” diye sorabilen çocuklara ihtiyacımız var.