Alan Savunması

Alan Savunması

“Vadi boş kalınca
tilki vali olur” [1]

 

Şu
hararetli yaz günlerinde sosyal hayatımız bir temizlik faaliyetine şahit olmaktadır.
Diğer bir ifade ile bütün zamanların en başarılı(!) dini kullanma ameliyesini sahneye
koyup, o meşûm darbeye yeltenenlerin zorla da olsa toplumsal alanı terk etmelerini
seyrediyoruz.

 

Beslendiğimiz
kaynaklardan öğrendiğimiz öğreti gereği, olaylardan neşet eden fikirlerin
sonucunda tedebbür etmek, ibret almak ve tedbir geliştirmek dışında vazifemiz yoktur.
Ülke insanının ve devletin doğal ortamı olan fakat yıllardır bir topluluk
tarafından doldurulmuş sahanın devlet eli ile boşaltılması gerçekleşmektedir. İşgalcilerin
zihniyetleri iyi niyeti bertaraf edici özelliktedir, bu doğru. Lakin bu alan işgal
etme faaliyetinde bizim katkımız olmuş mudur? Toplumun daha ziyade dini
hizmetlerini deruhte etmeye talip olup, yıllardır kendilerine has bir alan oluşturan
güruhun “vay anasına” dedirtecek kirli ve gayr-i meşru uygulamalarında bizim
katkımız ne olmuştur?

 

Bizim
hangi eksikliklerimiz eğitimden finansa kadar birçok müesseseyi ahtapot gibi
sarabilen bir heyula ile karşı karşıya kalmamıza sebep olmuştur? Biz mi onlara
terk ettik, yoksa sahaya zorla mı el konuldu? Aklen ve somut olarak elde edilen
deliller sonucu bizleri tedbire yönlendirecek zihnî faaliyeti yapmak
durumundayız. “Elinen gelen düğün bayram”
anlayışı ile hadiselere bakış açısı geliştiremeyiz. Esas yapmamız gereken,
olayların ana sebeplerini ele alırken kendi sorumluluğumuzu da sorgulayıp hatalarımızı
itiraf etmektir.

 

Sizlerin de
dikkatini çekmiş midir bilmem, hanımefendiler cam silmek için hazırladıkları
bezi cama ilk vurduklarında bir iki sağa sola yalpa yaptırıp sonra bezin camı
silen kısmına iyice bir bakarlar. Kadınların bu tavırlarını müşahede ediyorsanız;
beze bakmasalar sanki temizlik olmayacakmış sanırsınız. Neden böyle yaparlar?
Camın ne denli tozlu olduğunu görmek için mi, yoksa bezin kalitesini ölçmek
için mi? Belki de her kadının ayrı bir sebebi vardır.

Milletin iyiye
doğru genel gidişatını tersine çevirmek için, temel dinamiklerimize bomba
koymaya yeltenen oluşumu temizlerken devletimiz kullandığı beze bakma ihtiyacı
hissediyor mu? Devletin temizleme metodu temizleme işini gerçekten yapıyorsa ne
kadarını yapıyor? Geriye bir takım artıklar kalmakta mıdır? Temizlikten sonra
aynı kirliliğin oluşmaması için tedbirler alınıyor mu? Bu sorular çok çok
önemli ve sorulması kolay sorular.

Sorumluluğumuzu
kavrayabilmek için hatalarımızı konuşmamız kaçınılmazdır. Nedenler yerine
sonuçları konuşmayı yeğlediğimizi inkâr etmeyelim. Biz bu konuları konuşmanın
zamanının geçmekte olduğunu ifade ederek, bir öz eleştiriye giriş yapmayı
deneyeceğiz.

Evvelen, son
hadise gösteriyor ki millet olarak görevleri ve sorumlulukları başkalarına
devredip onlar hakkında iyi niyet beslemeyi pek seviyoruz.

12 Eylül
ihtilalinin peşi sıra tedricen geliştirdiğimiz okuma alışkınlılarımız eleştiri
kültürümüzü de oldukça ilerletmiştir. O dönemde eleştire eleştire iyi birer
muhalif olduk. Muhalif olmamızın sınırları kendi medeniyetimizin işaret
taşlarına kadar uzandı. Hatta hatta hiçbir şey dinlemez olduk. Radikal çıkışlar
yaptık. Aramızda Osmanlı’yı şeriat devleti değildir gerekçesi ile reddedenler oldu.
Sanat ve estetik bakımdan meşhur şaheserlerimizi önemsiz saydık. Yeni neslin
medeniyet eserlerimizle buluşmasına mani olduk. Kendimizi öz değerlerimizle
birebir kabul etmek yerine Batı’ya muhalif olmakla ifade eder olduk. Böylece
kültürel yalnızlığımız başlamış oldu.

Bir dönemler “Mekke Dönemi ve İşkence” adlı kitabın
adı, bir slogan olarak dillerde dolaşmasına rağmen, Mekke Dönemi’ni hiç
anlayamadığımızı yeni yeni anladık. Mekke Dönemi insan demekti aslında. Biz
insan yetiştirmek yerine devrim yetiştirmeye gayret ettik. Devlet kurup
devletler yıktık. Böylece insan denilen en büyük alana bigâne kalmaya hazır
hale geldik.

Fıkhı anlamadan uygulamaya
gayret ederek, fıkhî prensiplerden yanlış sonuçlar çıkarttık. Örneğin imamların
fasıklığını ileri sürerek camiyi ve cemaati terk ettik. Bu alanı da terk ettiğimizin
farkına çok geç varacaktık.

“Küfür Düzeni” gerekçesi ile bin yıllık mirasımızı
oluşturan kurumları terk ettik. Bu, İslam kurumları alanının sahipsiz
bırakılması anlamına gelmekte idi. Üstelik devletin vatandaşlara sunduğu bu
hizmet kurumlarının kullanılması nimetini de başkalarına karşılıksız teslim
etmiş olduk.

Tercüme eserler
sayesinde zihinlerimizde oluşan ütopik şeriat devleti anlayışı bize mevcut
öğretim kurumlarını küçük görmeyi sağladı. En affedilmez saha ihmali bu alanda gerçekleşti.
Sonrasında kendi çocuklarımızı eğitememe beceriksizliğini elde ettik.
Evlatlarımızı ne idüğü belli olmayan takiyyecilere teslim edebildik.

Yerelliği ihmal ettik.
Yerel güçlerimizden elde edeceğimiz savunma dayanaklarımızı yok ettik. Kabul
etmesek bile içine düştüğümüz modernizmin problemlerini çözemez durumda idik. Kendimizi
garip bir kuş gibi hissettiğimiz şehir sokaklarında bize ilgi gösteren,
çocuklarımıza el atan herkesi dost zannettik.

Muhalefet
ettiğimiz devlet kurumlarına alternatif olarak oluşturulan kurumları hiçbir
eleştiriye tabi tutmadan baş tacı ettik. Bu kurumlara aktardığımız
teberrularımızın bir gün bize kan ve gözyaşı olarak dönebileceğini hesap
edemedik.

Kardeşlik
duygularımızı yarım yamalak tutup bireyselliği önceleyen bir tarz-ı hayat benimsedik.
Vakıflarımızda insan yetiştirmek yerine taraftar yetiştirmeyi planladık. Sivil
toplum örgütlerimizi makam ve mevkiler yolunda atlama taşı olarak kullandık. Dahası,
örgütlerimizi yönetenlerin şov makinesi olarak bu örgütleri kullanmalarına mani
olamadık. Emanete riayet etmedik. Görev verirken ve alırken ehliyet ve liyakati
göz ardı ettik.

Bütün bunların
sonucunda, alan savunmasını başkalarına devrettik. Hem de dönüp dönüp bizlere
gol atabileceklerine ihtimal vermeden.

[1] Arap atasözü.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.