SÖZ MEYDANI – Güz Çağrışımları/İbrahim Çiftçi

Ne baharı ne yazı ne de kışı yaşamayan ya da yaşayamayan bir toplum. O kadar politik ve maddeci hale geldik ki sevmeyi, hissetmeyi, seyretmeyi unuttuk. Kapadokya’nın, Ortahisar’ın bir vadisinde, gün batımı seyretmeye her gün yüzlerce insan biletli olarak gidiyor.
Ta Trabzon’dan gelen anne baba ve iki çocuk misafirlerimle buluştum yaz başında. Dedim size memleketimi gezdireyim. En ilginç vadileri ve tarihi mekânları geziyoruz. Biri doktor, biri ODTÜ’de öğrenci olan gençlerden bir merak, bir öğrenme sorusu alamamak beni çok üzdü. Ben anlatmaya çalışıyorum ki magazin de katarak, efsaneler, sosyal hayat hikâyeleri, bilimsel tarihi gerçekler. Ama onlar hiç durmadan cep telefonlarıyla fotoğraf çekiniyorlar. Sonra boş bakışlarla etrafı süzüş. Maksat gezmek mi, ziyaret mi, meraklı bakışlarla çevre görüntülerini sorgulamak mı, öğrenmek mi, hiçbir estetiği olmayan portre resimler mi? Bunun cevabı gayet net değil mi? Durumdan rahatsızlık duyan arkadaşım olan baba “Bunlar böyle hocam.” diyerek açıklama yapmak zorunda kaldı.
Sonra Göreme kasabasında helal bir yerde (Çünkü Göreme’de haramı olmayan lokanta, otel bulmak çok zor.) yemek yiyelim dedim. Dediler ki gençler, “Biz ekmek arası ya da dürüm alıp Kızılçukur Vadisi’nde günbatımı izlemeye gideceğiz.” Yani lokantaya oturmadılar. Biri kız biri erkek iki kardeşe sordum. Ahmet Haşim’i hatırlıyor musunuz? İsmini duyduğunu söyleyen büyüğe “Bir mısrasını söyler misiniz?” dedim. Hayır dedi. Onunla ilgili hatırladığınız bir şey var mı? “Merdiven” şiiri deyince, duydum ama hiç hatırlamıyorum diye ekledi. Ben de vedalaştım. Çünkü bana ihtiyaç yoktu.
Toplumuzun etrafındaki doğal güzelliklerden bu denli kopması hoş değil. Batıda, bizim muhabbetimiz, bizim aşkımız yok. Tarihi anlamda da Romeo ve Jülyet benzeri hayaller de yoktur. Biz severiz. Allah’ı, Resulünü, diğerlerini, tabiatı, çiçekleri, hayvanları yani evreni severiz. Allah o kalbi bize vermiş. O kalpte o sevgiyi vermiş. En önemlisi aşkı, sevdayı, hatta kara sevdayı vermiş. Bir çiçeğe rengiyle, kokusuyla, hoş görüntüsüyle hayran oluruz yani severiz. Bir kediyi gözleriyle, tüyleriyle hoş görüntüsü, mırıldaması, gözlerini yumarak “Beni sev.” diye gösterdiği ilgiyle severiz.
Aşık oluruz. Karşı cinsimize. Biz ona, güzelliğinin ötesinde “gönülden gönüle giden yol” sebebiyle aşık oluruz. Mecnun oluruz, Leyla’yı güzel bulmayanlara, “Benim gözümle bak.” deriz. Ferhat’a dağı deldiren, Aslı’yı yanmış küllerde yakan, gözün gördüğü dış güzellik değil bakanın gördüğü güzelliktir, gönül gözüyle görülen güzelliktir. Aşık Veysel nasıl da hoş demiş, aşkı özetlemiş. O, görmeyen gözleri ve gören gönlüyle aşkı anlatıyor:
Güzelliğin on par’etmez
Bu bendeki aşk olmasa
Akşam günbatımı için yer arayan, kilometrelerce yol kat edenler, Ahmet Haşim’i niye bilmezler okumazlar.
Altın kulelerden yine kuşlar
Tekrârını ömrün eder i’lân.
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam
Âlemlerimizden sefer eyler?
Akşam, yine akşam, yine akşam
Bir sırma kemerdir suya baksam;
Üstümde semâ kavs-i mutalsam!
Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam!
Gölleri güneşin aydınlığında değil akşamın körsen veya karanlık vaktinde seyreden ve gördüğünü değil hissettiğini, gönlüne düşen ilhamları şiirleştiren Haşim bir gurup vakti şairidir.
Bir gözyaşı damlası gibi,
Damlayıp gidiyordum uzaklara.
Son baharda bahanem oldu işte.
Sarılmıştım rüzgâra gidiyordum buralardan uzaklara.
Güz mevsimi bir ayrılıktır. Ayrılığın anası da topraktır. Kökleriyle toprağa sıkı tutunanlar, bütün büyük küçük bitkiler güzün zoraki toprak anadan ayrılırlar. Kimi kökleriyle kimi dallarıyla kimi yapraklarıyla ayrılırlar analarından ki o anayı Veysel, Kara Toprak şiirinde harika anlatır:
Âdem’den bu deme neslim getirdi
Bana türlü türlü meyva yedirdi
Her gün beni tepesinde götürdü
Benim sâdık yârim kara topraktır
Karnın yardım kazmayınan belinen
Yüzün yırttım tırnağınan elinen
Yine beni karşıladı gülünen
Benim sâdık yârim kara topraktır
Tüm işkenceye ve kötü davranışlara iyilikle karşılık veren, o kadar vermesine, cömertliğine rağmen tevazusunu kaybetmeyip insanı tepesinde taşıyan bir ana.
Aslında yaprak sıkılmıştı ağaçtan.
Bahaneydi son bahar.
Gelmişti ayrılık vakti.
Böyle demek toprakla ağacın, ağaçla yaprağın tutkunluğunu anlayamamaktır kanaatimce. Sıkılma ne kelime, ayrılmamak için direnen bir yaprak vardır ağaçta. Hemen düşmez, önce sararır, sonra kurur ve düşer toprak anaya, tekrar dirilmek için. Toprağa düşen her yaprak ağaçla yeniden dirilişe hazırdır. Ölen her nefsin dirileceğinin misalidir sonbaharda bitkiler.
Gazze yoruldu, biz yorulduk Gazze’den. Gazzelilerin dayanacak hali bizim de konuşacak halimiz kalmadı. Sevgimizi, aşkımızı, insana olan saygımızı yitirdik. Çaresizlik. Dua, dua, dua… Beddua, beddua, beddua…
Gazze üzerinden Müslümanları aşağılayıp Müslüman olmayan unsurları beğenir olduk. Açık saçık kadınlar, LGBT özellikleri taşıyan, dini imanı olmayan kimlikleri İsrail karşıtı ve Filistin’e özgürlük istedikleri Gazze’ye dikkat çektikleri için sever olduk galiba.
Bu çok normal bir durum değil. Siyasi eğilimler imanın önüne mi geçiyor yoksa? Müslüman niçin sevilmez, gayrimüslim niçin sevilir? Bu sorular da cevaplanmalı galiba.
Gazze’yi politik tercihler için aracı yapmamak gerekir. Birilerini övmek ya da yermek için kullanmamalıyız.
Son cümle: Gazze, sonbahar, güz. Ayrılık, ölüm ve diriliş inşallah.
Yine yazı bekler oldum bir ümit.
Yeniden senle açarız diye,
Belki yeniden doğarız
Dağlar ardından doğan güneşle diye.
Yaz geldi bahar geldi ama sen gelmez oldun beklerim ben yine.
Bu yaz öbür yaz belki bir ömür.
Beklerim ben seni bir daha bulabilme ümidi ile beklerim ben.
Mezarıma geleceğini bilsem hiç düşünmeden ölürüm ben…
Necip Fazıl Kısakürek