MEFKURE – Barân-ı Rahmet / Zeki Soyak

“Ey iman edenler! Eğer kâfirlere uyarsanız, sizi eski dininize geri çevirirler, o zaman büsbütün kaybedersiniz. Bilakis mevlanız Allah’tır ve O, yardımcıların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmran 3/149-150)
İnsanlık tarihi acı ve tatlı hatıralarla dopdoludur. Hırs, kin ve düşmanlıkların, önü alınamayan çıkar savaşlarının kana buladığı yaşlı dünyamız kim bilir daha nice vahşetlere, nice zulümlere ve nice gözyaşlarına şahit olacak. Kim bilir belki de çok yakında yeni bir inkılâba, gerçek İslam inkılâbına şahit olacak ve ümitlerin zayıfladığı, müstekbirlerin azgınlaştığı, mustazafların can çekiştiği, her şeyin baştan kara ettiği zamanımızda küfür, şirk ve zulmün koyu karanlığı içerisinde gözleri kamaştıran o muazzam İslam güneşi yeniden doğacak, barân-ı rahmet, susuz ve çorak toprağa yeniden can verecek, ağaçlar yeniden meyveye duracak insanlık yeniden Rabbine yönelecek ve aslına dönecektir.
Şunu hiçbir zaman unutmayalım ki: Karanlıklar yakında zuhur edecek aydınlığın müjdesidir.
Materyalizm ve onun doğurduğu komünizm, sosyalizm, siyonizm ve benzeri insan fıtratına zıt ideolojiler birer birer çöküp yok olmakta ve arkasında bir vahşet tablosu bırakarak tarihin karanlık sayfalarında meşum bir kâbus olarak kaybolup gitmektedir.
Yeni yetişen İslam gençliği, İslam’ı bir bütün olarak öğrenmekle beraber bilhassa son yüzyılda olup bitenleri sebep ve neticeleri ile de öğrenmelidirler. Öğrenmelidir ki, cahillerin, taklitçilerin tarih ve din düşmanlarının elinde bir millet ve memleket ne müthiş felaketlere sürükleniyor haberdar olsunlar. Haberdar olsunlar da kendilerini her sahada, müslümana yakışır bir tarzda yetiştirme ve yetişmiş bir insan olarak memleketin idaresine el koyma yolunda kendilerine düşen bütün fedakârlığı yapsınlar.
Osmanlı bir aşiretten koskoca bir devlet, bir imparatorluk vücuda getirmişti ve payitahtını Asya, Avrupa ve Afrika’ya hâkim bir belde-i tayyib olan İstanbul’da kurmuştu. Bu cihanşümul bir davanın, İslam davasının fedâileri için en tabii ve en mükemmel seçimdi. Çünkü bu seçime, bu beldeye, cihanşümul davanın cihanşümul önderi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem işaret etmişti.
Tarihin şahit olduğu müstesna devletlerin başında gelen Osmanlı’yı bir imparatorluktan küçücük bir devlet haline getiren İttihat Terakki serserileri ve onların kalıntıları ise yeni devletlerini Anadolu bozkırlarının küçük bir kentini başşehir olarak seçtiler. Bu coğrafî çoraklık, ileride meydana gelecek mânevî çoraklığın işareti idi ve nitekim öyle oldu.
Bu görülmemiş çöküntüyü ve getireceği büyük tahribatı sadece düşünen, akleden firasetli müslümanlar değil, Osmanlı dostu olan yabancılar da büyük bir endişe ile takip ediyor ve ilgilileri uyarıyordu. Heyhat ki bu uyarılar hiçbir fayda vermedi ve Hilafetin ortadan kaldırılması, Müslümanları idareden uzaklaştırılması sadece İslam milleti için değil, bütün dünya için bir felaket oldu.
Cumhuriyetin ilk kuruluş günlerinde Mustafa Kemal başta olmak üzere birçok idareciyi çok ciddi bir şekilde uyaranlardan biri de samimi bir Türk dostu olan Fransız Claude Farrere’dir. ‘Türkiye’nin Mânevi Kuvvetleri’ adlı kitabında şunları yazıyor:
“Eski Türkiye’yi medeniyete götüren tek vasıta İslam’dı. Gerçek bir imanları vardı. Kadınları da kendileri gibi mümindi. Toprağına çok çeşitli ve derin köklerle bağlı bir halkın dinini kökünden sökmeye kalkışmanın iyi bir yol olduğunu iddia edemeyeceğim. Menşelerine çok yakın olan bir halkın iç dünyasının temelini teşkil eden dinini kökünden sökmeye kalkışmanın çok ciddi bir şey olduğuna eminim. Ankaralı erkekler bugün bu tehlikeli yolu seçmiş bulunuyorlar. Ankaralı hanımlar da öyle. Dün bu hanımlar inanıyorlardı. Bugün artık inanmıyorlar. Hiç değilse kocaları onları böyle davranmaya zorluyor. Bu zorlamanın kadınlar üzerinde büyük tesiri olduğu muhakkak. Artık kendilerini istikbale götürecek hiçbir şey bulamıyorlar. Nasıl ki Ankara’yı yapan mimarlar da, kendileri eski şahane eserlerin çizgilerinden faydalanarak yeni şaheserler meydana getirecek sanat ruhunu bulamamışlarsa. Bundan daha acı bir şey olamaz.”
Ankara için tespitleri de şöyle:
“Ankara suni bir şehir, atmosferi yok. Ankaralı hanımlar Parisli, Berlinli hanımlar gibi konuşmaya özeniyor. İçlerinde şahsî, millî olan ne varsa silinip gitmiş gibi. Zaten Ankara’nın kendisi de Şikagovari bir şehir. Gerçek yuvalarından kopmuş, köklerinden sökülmüş, insanların içindeki mânevî derinliği bulmak için -elbette böyle bir derinlikleri var- onların da istasyona dönüp trene binmek, bu suni Türkiye’yi terk ederek gerçek Türkiye’yi bulmak lazım. Evet, nerede olursa olsun, ama gerçek Türkiye’yi bulmak lazım.
Kısacası yeni Ankara’yı zevksiz, ruhsuz insanlar yapmış.”
Bir gerçeği de şöyle dile getiriyor:
“Türkler, eski hayatlarıyla hiçbir ilgi kurmadan yeni bir hayat yaşamak için giriştikleri tecrübede muvaffak olabilirlerse çok şaşarım. Bana öyle geliyor ki, bugün kendilerine menfur gibi görünen, ama onlar için tek kurtuluş yolu olan mazilerine yavaş yavaş dönmek zorunda kalacaklardır.”
Bu samimi Türk dostu Fransız, dinle pek alakası kalmamış sadece sözde Müslüman olan, tamamen Batılılaşmış bir Türk ailesi ile dostluğundan ve bu ailenin Paris’te bir kolejde okuyan 10 yaşındaki kızlarından bahseder. Bu kızın o küçük yaşta, ana-babasına rağmen ve Paris’e rağmen iyi bir Müslüman olduğunu ve dininin vecibelerine çok iyi bir şekilde yerine getirdiğini sevinçle, büyük bir umutla ifade eder:
“Bugünkü Türkiye’yi idare edenlerin din adamlarına (hayır yanlış söyledim) dine karşı açtıkları korkunç mücadele, aksine dine karşı bir düşkünlük uyandırdı. Kimlerde mi? Çocuklarda. Minicik çocuklarda. Evlerinde Müslümanlıktan bahsedilmeyen, bir defa bile camiye gitmemiş olan, anasının, babasının ibadet ettiğini görmeyen öyle kız çocukları bilirim ki, esrarengiz bir sevk-i tabii ile belki de ırkın verdiği bir temayülle ibadet etmekten geri kalmıyorlar.”
Türk dostu ailenin 10 yaşındaki kızı Günay için de şunu yazıyor:
“Günay hanıma hayretle, hayranlıkla bakıyordum. On yaşına bakmadan baba evinin tutumunu alt üst eden, en küçük bir zaaf göstermeden, kendi kendine verdiği imana sadık kalan, tek başına atalarının ananesini, dinini devam ettiren bu çocuğa hayran olmuştum.”
Evet, işte koskoca bir millet böyle telef ediliyor. Sahte kahramanlar, sahte gündemlerle milleti böyle oyalıyor ve bin çeşit hile ve desiselerle aslından koparıp kendine böyle bende ediyor. Ancak “her şey aslına rücû eder” kaidesince bu aziz ümmet aslına rücû etmeye başladı. Sahtekârlık, satılmışlık ve dine düşmanlık gizlenemeyecek kadar açığa vurdu. Felaketin gerçek sebep ve müsebbipleri herkesçe tanınır hâle geldi. Sebep, dinden uzaklaşmak, dine düşman olmak ve devleti din dışı sistemlerle idareye kalkışmak, müsebbipleri ve bu sebeplere yapışarak baskı ve devlet terörü ile bu ucubeyi millete dayatmak.
“Ey iman edenler! Kâfirlere uyarsanız, sizi eski dininize (putperestliğe) geri çevirirler. O zaman büsbütün kaybedersiniz. Bilakis mevlanız Allah’tır ve O yardımcıların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân 3/149)
Evet, mevlamız Allah’tır. Ancak O’na ibadet eder ve ancak O’ndan yardım dileriz. Çünkü O, yardımcıların en hayırlısıdır. Bütün olumsuzlukların içerisinde, bir ümit ışığı parıldamakta, küfür, şirk ve nifak ateşinin bacaları sardığı asrımızda, Tevhid meşalesi yeniden yakıldı, Tevhid sancağı yeniden açıldı. ÖNCE İSLAM diyen, şehadete susamış, sancılı ve sevdalı bir gençlik yetişiyor. Barân-ı Rahmet toprağa düştü. Yıllardır rahmet bekleyen tohum çatladı. Çil saldı ve uç verdi. Ağaç oldu ve meyveye durdu. Saflar sıklaşıyor. Allah düşmanları durdurmaya çalışsa da yürüyüş her geçen gün hızlanarak devam ediyor.
Bekleyin…