SİNEMA MÜLAHAZALARI

Dayatmalar sonucu yaşamak zorunda kaldığımız modernleşme sürecinde Avrupa’dan ithal ettiğimiz uğraşlardan birisi de sinemadır.
Kadim kültürümüzde benzerlerinin var olması sebebiyle roman ve hikâye türünü çabukça benimseyip içselleştirdik.
Ancak bütün tarih boyunca örneğine pek rastlanılmayan; belki de bir nebze masala benzetilebilecek sinemanın toplumumuz tarafından itirazsız bir biçimde benimsenmesi zaman alacak gibi.
Tür olarak, belki mucitlerinin de bir yerlere oturtamadığı sinema, gerçekten dikkati şayan bir sanat dalıdır. Günümüzde bu sanat dalı sırf eğlence maksadı için kullanılmaktan çıkıp birçok gayeye araç yapılabilen büyük bir endüstri haline gelmiştir.
Çok kısa zamanda, az bir sermaye ile yüksek oranlarda kâr etme imkânının olması ve dünya çapında artık bütün ülkelerde yatırım yapılacak alanların başında gelmesi sinemayı cazip hale getirmiştir.
Sinema sömürgeciliğin değişen yüzüdür.
Sinema bir hükmetme aracıdır.
İdeolojilerin hoparlörüdür.
İnsanlar sinema filmleri ile zorlanmadan, kendi rızaları ile egemen zihniyetlere teslim olmaktadırlar.
Bu gün bütün dünyada “Yahudi Soykırımı”ndan bahsedilebiliyorsa bunu gerçekleştiren en önemli araç sinemadır.
Kızılderililerin uğradığı zulmü ve asimilasyonu da sinema sayesinde öğrendiğimizi söyleyebiliriz.
Afrikalıların, Amerikalılar tarafından yakalanarak, Yeni Kıta’ya götürülüp esir edilmeleri ve kölelileştirmeleri de sağduyulu sinemacılar sayesinde dünyaya ilan edilebilmiştir.
Malkom X’in, İslam’ı anlama sürecinden ve Emperyalizm’e karşı mücadelesinden, birçoğumuz filmini seyrederek haberdar olabilmişizdir.
Ömer Muhtar’ın İtalyan işgalcilerine direnişini anlatan filmi, halen anlata anlata bitiremediğimiz filmler arsındadır.
Her ne kadar, Hz. Hamza denildiğinde Antoni Quin’in portresini akla getirse de, bir Çağrı filminin İslâm Dünyasındaki yankıları hala unutulmamıştır.
İtiraf edelim, Zeynep Gazali ile İmam-ı Gazaliyi birbirinden temyiz edemeyen bir yüksek tahsil seviyesi elde edebilmiş insanımıza, sinema hazır bir lokma gibi gelmiştir.
Evet, evet, hazır lokma gibi gelmiştir, değerlerimizin birçoğu gibi İskilipli Atıf Hoca’yı da tuğla kalınlığındaki kitaplardan değil; sinema filminden tanımışızdır.(Tabi ki sidisini seyrederek!)
Başörtüsü meselesi bile, filmle anlatıldığında daha bir anlaşılır ve kabul edilir hale gelmiştir.
Dindarlara yapılan zulümlerin filmleri, yurtlarda pansiyonlarda derneklerde, vakıflarda camia tarafından seyredilip, zaman zaman ah çekilmiş, bazen de hüzün eşliğinde sesli ağıtlar yakılmıştır.
İran Sineması, Batılı sinema örgütlerinde elde ettiği sempati ile İslâm Sanatları hakkında ilgi uyandırmaya devam etmektedir.
Sinemayı dışlamayan, faydalanabileceğimiz bir alan olarak gören ve sinema konusunda uzmanlaşmış kişilerin dikkat çektiği yönetmenler de, yerele, Sonsuz’a ve insanın özüne doğru bir yolculuğu amaç edinen filmler ürettikçe bizleri sevindirmektedirler.
El hâsıl kelam, memleketimizde uluslararası başarıları yeni yeni elde edebilen sinema, sahibinin atı konumundadır.
Geçmişi unutturulmaya çalışılan bir neslin yeni durumlara hemen uyum sağlayamaması gayet normaldir.
İlk zamanlar dindar insanların sinemaya ilgisizliği bu sebepten olabilir.
Buna karşılık, sinemaya yönelmek, modernizmi hemen benimseyen ve geçmişine sünger çekmeye çalışan zihniyetlerin işi olmuştur.
Kameranın memleketimize girmesinden itibaren sinema sanatı ile uğraşanlar, günümüze kadar sinemayı kendi ideolojilerini anlatmak maksadı ile kullanmışlardır.
Bu uğurda, kadını gördüğünde ağzının suyu akan “imam” tipi sinema filmlerine bu zihniyetin bir hediyesi olmuştur.
Batı filmlerinin ekseriyetinde kilise görüntülerine film süresince birçok defa rastlanmasına rağmen, memleketimizin ilk sinemacıları, yaptıkları sinema ürünlerinde, bırakın camiyi, camiyi andıracak yapıları bile göstermekten sakınmışlardır.
Bu zihniyetin çektiği filmler, doğal olarak inanan insanları sinemadan uzak tutmaya yaramıştır.
Dahası, dindar çevrelerde sinemaya yan gözle bakılmasına neden olmuştur.
İlk sinemacıların öğrencileri, son zamanlarda konu sıkıntısı çekmektedirler ve bu sıkıntıyı tarihi figürleri filmlerinde kullanarak gidermek istemektedirler.
Kimileri, tarihi bir değeri olan, İslâm Toplumlarının hayırla yâd ettiği örnek şahsiyetleri sinema filmlerinde ve televizyon dizilerinde kullanmaya yönelmektedir.
Bu kişiler, tarihi çarpıtmak ve tarihi değerleri yeni neslin gözünden düşürtmekten başka bir amaç taşımamaktadırlar.
Bu amaç, ancak çektikleri filmler seyredildikten sonra anlaşılabilmektedir.
Toplumun masal kahramanlarının da filmlerle kahraman olmaktan çıkartılmaya gayret edilmesi diğer bir sinema felaketidir.
Bir de “salak” insan tiplerinin öne çıkartıldığı, seviyesiz, konusuz ve sanat değeri olmayan pespaye sinema filmlerinin gençliğin gözdesi haline gelmesine ne demeli!
Gençlik küfürbazlığın alenen kullanıldığı filmlere daha çok öneme verir bir hale getirilmektedir.
Lakin gerçekten iyi niyetli ve milelimizin değerlerine ait mesajları bütün topluma yaymak amacındaki insanların çektikleri filmlere rağbet olmamaktadır.
Hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak sanat değeri yüksek filmleri üretebilenlerin emekleri boşa çıkmaktadır.
Yukarda söz konusu ettiğimiz örnek sinema filmlerinin, sinema salonlarında seyredilmeyip; korsan sidilerden ve film gösterildikten sonra televizyon kanallarından seyredilmesi ayrıca acınacak bir durumdur.
Bizler muhalefeti iyi biliriz. Bu sebeple eleştiri kültürümüz hayli zengindir.
Hep eleştiririz, ancak eleştirmek her şey midir?
Eleştirinin arkasındaki boşluğu doldurmak için bir çabamız var mıdır?
Ya da ne zaman kendimizi eleştirmeye sıra gelecek?
Ne zaman, aslında etkisini ve sağladığı kültürel faydalarını kabul ettiğimiz sinema ve diğer sanat dallarına sadece tüketici gözlüğü ile bakmaktan vazgeçeceğiz?
Neden üç beş garibanın iyi niyeti ile oluşturulmaya çalışılan sanat ekolleri yeterince destek görmediği için yarı yolda kalıyor.
Mesela biz hala bir “Beyaz sinema” dan, ya da “İslâmî sinema”dan bahsedemiyoruz?
Un var, şeker var, helvacı da var; bize düşen helvaya talip olduğumuzu hissettirmektir.