Müminin İçindekini Görselleştirmesi

İslam’ın doğuşu ve baş döndüren bir hızla yayılışı, tarihin ender kaydettiği en büyük olaylardan biridir. Peygamber sallahu aleyhi vesellem döneminde 2400000 km² genişliğinde bir kara parçasına, sadece 240 kişinin ölümüyle ulaşan ender medeniyettir. Kısa süre içerisinde İran (M.651) Suriye (M.636) Kudüs – Mısır (M.638 – 639) Mezopotamya (M.641) Kuzey Afrika (M.647 – 709) İspanya (M.711 – 712) bu devletin topraklarına katılmış, eski Roma Denizi; Akdeniz bir müslüman gölü haline gelmiştir. Hilalin bir ucu Çin’de Kaşkar’a (M.714), öbür ucu da Fransa’da Poitiers’e ulaşmıştır.
Büyük sanat tarihçilerinden rahmetli Hocam Ord. Prof. Dr. S. Kemal Yetkin’in ifadesiyle “tarihte hiçbir imparatorluğun bu kadar kısa bir zamanda İndüs Nehrinden Atlas Okyanusu’na kadar böylesine genişleyip yayıldığı gösterilemez.” Bu genişleme sadece kara parçası açısından bir genişleme değil, bilhassa medeniyet ve sanat alanında bir gelişmeyi de içerisine alır. Yine onun ifadesiyle “Abbasiler devrinde İslamlığın merkezi olan Bağdat şehri, hafızalarda binbir gece masallarının ihtişamını yaşatmaktadır. Harun Reşit zamanında Bağdat’ın nüfusu iki buçuk milyonu aşmış, Abbasi imparatorluğunun yıllık geliri hayali denecek rakamları bulmuştu. O zamanlar halifelik hazinesine yılda 7000 kental altın giriyordu.”
Avrupa’da İspanya’da Kurtuba, Orta Asyada Bağdat, bitbiriyle rekabet ediyordu. Yarış kendi içerisinde idi. Mısır Fatihi Amr ibnü’ül As’ın kurduğu Fustat şehri daha sonra kurulan Kahire şehri ile yarışacaktı. “Ondört ve yedi katlı evler” yapılmış, yedinci katta dam üstünde bahçeler bulunuyordu.
İleri bir cemiyetin inşası için san’at onunla at başı yürüdü. Müminler fethettikleri yerlerde iman ve zafer neşesiyle orta çağın yorgun ve bitkin enerjilerini canlandırmaya muvaffak oldular. “Müslümanlar taze bir kuvvetle bu coşkun nehrin sularına katıldılar.” Çöllerde kurumaya ve yok olmaya yüz tutmuş bölgelerde yeniden bir dirilişle insanlığın hizmetine camiler ve medreseler sundular. Kütüphaneler ve hastaneler kurmaya başladılar. İlim, san’at, edebiyat, felsefe, ziraat ve ticaret hep birlikte yürüdü.
İnsan cildi ile iç organları arasında sıkı ve derin bir ilişki vardır. İç organları; kalp, mide ve ciğerler… ne kadar dengeli ve ahenkli çalışırsa insanın dışı da o kadar güzelleşir, parlar ve çekici olur. Zira müminler evreni iman vecdi ile okuyarak içi ve dışı birleştirdiler. Allah Teala’nın “şüphesiz yerin ve göklerin yaratılışında, gece ve gündüzün arka arkaya gelişinde insanlara yarar veren şeyleri (taşıyarak) denizde yüzüp, akan gemilerde, Allah’ın gökten indirip, dirilttiği yağmurda (yerin) üzerinde yürüyen canlıları yaymasında, rüzgarların evirilip, çevrilmesinde akıl eden toplumlar için (Allah’ın varlığına işaret eden) ayetler(deliller) vardır.” (Bakara164.) beyanı ile müminler, tekrar ve tekrar yeniden kainatı okudular. Bu, Cenab-ı Hakk’ın “birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık.” (zuhruf.32.) Emri ilahisiyle insanlara bahşettiği bu farklı yeteneklerin açığa çıkmasını ve yerine oturmasını sağladı. Düzenli ve ahenkli bir beraberliği ve bir arada oluşluğu sağladı. Bu, unutulan, üzeri küllenen, esas mecraından uzaklaşan insanın, aslına dönüşü, esas sahibini hatırlayışı idi. Zira bu, Allah Teala’nın “…ve ruhumdan ona üfledim.” (Sad72) beyanı ve “O Allah ki, yeryüzünde bulunanların hepsini sizin için yarattı” (Bakara.29) Lütfu ilahisiyle yeniden tekrar ve tekrar okunmasını sağladı. Her okuyuş yeni bir sonucu açığa çıkardı. Bu, İslam’da sanatın açığa çıkışını sağlayan ve gelişimini etkileyen temel nedendi. Bu, evreni Var Eden’in peygamberi aracılığı ile insanlara tebliğinin sonucu olarak açığa çıkan iman coşkusunun bir neticesiydi. O’nun mülkünde O’nun adına yeryüzünü ifsad etmeden, bozmadan her şeyi tabii mecranın akışı içerisinde, insanın icrayı sanat eylemesidir.
Cami ve kilise, inananların ibadetlerini icra ettikleri yerlerdir. Binalar inananların iç dünyasına göre şekillenir. Kiliselere baktığımız zaman karanlıktır. Bir kasveti ifade eder. Roma zulmü altında vücut bulan Hıristiyanlık, bilindiği gibi en şiddetli, yoğun takiplere, tehditlere ve zulümlere uğramıştır. Baskı altında gelişen ve sürekli saklanmayı yaşam tarzı halinde tutan bir inancın ibadet mekanının aydınlık olmaması gayet doğaldır. Diğer taraftan günah ve çıkartılması ile de ilgilidir. Genellikle günah, gizli ve kapalıdır. Bu günahların itiraf edildiği mekanların aydınlık olmasını da gerekli kılmaz. Entrikalar, gizli işler ve dolaplar karanlıklarda işlenir. Camiler aydınlıktır. Müminler evreni O’nun belirlediği temeller çerçevesinde okurlar. Bunda saklanacak ve gizlenecek bir gelişimin yeri de yoktur. Allah ile kul doğrudan ilişkidedir. Evreni okuma Allah’a ve Peygamber’e imanla birlikte başka bir vasıtaya gerek yoktur. Müminin Rabb’inden gizlenmesine, saklanmasına da mahal yoktur. Zira O, insana şah damarından daha yakındır. Bu nedenle camiler aydınlıktır, berraktır, entrikalardan uzaktır.
Bu iki medeniyetin ibadet mekanı bakımından farklarından bir diğeri de, genişleme ve yayılma yönündendir. İslam’da bilindiği üzere ilk safın ayrı bir yeri vardır. Teşvik edilir. Nedenine gelince; ilk safta namaz kılmak peygambere yakın olmak demektir. Bunun da sevabı büyüktür. Bundan dolayı camiler ilk safı sık ve geniş tutacak biçimde gelişme göstermiştir. Bu, yapım yönünden birçok zorlukları da beraberinde getirmiştir. İman coşkusu bunun da aşılmasını sağlamıştır. Bir camiyi genişlemesine yayarsanız üzerindeki damı durdurabilmek için çok sütun kullanmayı gerektirir. Bir mümin için ibadet hanesinde çokça sütunun bulunması iman yönünden birtakım rahatsızlıkları da beraberinde getirir. Bir yapıda çok sütunun bulunması o binanın sağladığı mekanı böler halbuki mümin orada son, bölünmesi düşünülemeyen, yekpare, tek olan rabbine ibadet etmektedir. O’nu anmaya uygun mekanın sütunlarla bölünerek parçalanması uygun olmaz. İç ve dışı birleştirme amacına yönelik olarak san’atın bu bölünmeyi ortadan kaldırma zorunluluğundadır. İçteki imanın binaya aksetmesi gerekir. İşte bunu sağlama özelliğine sahip kubbelerin İslam sanatında önemli bir yeri vardır.
Kubbe, batı medeniyeti ile bir yarışın da sembolüdür. En büyük kubbenin, Ayasofya Camiine ait olduğu ileri sürülse de, bugün kubbe ayakta kalışını, Mimar Sinan’a borçludur. Üç defa çökme tehlikesi geçiren Ayasofya’nın kubbesi, son kez Mimar Sinan tarafından istinadgah duvarlarının ilavesiyle ayakta kalabilmiştir. Genişliği kuzeyden güneye 31,8 doğudan batıya 30,8 metredir. Görüldüğü gibi tam bir daire üzerine oturmamaktadır. Edirne Selimiye caminin kubbe genişliği 31,25 metredir. Bir başka yönüyle Ayasofya’nın hemen karşısında yer alan Sultan Ahmet caminin duvarları 3,75 Ayasofya’nın duvarlarının kalınlığı 7 metredir. Bilindiği gibi bir yapıda duvarlar kalınlaştıkça hantallaşır, kabalaşır. İnceldikçe zarif ve çekici görünüşe ulaşır. Sultan Ahmet Ayasofya’nın yanında sülün gibi minareleriyle yükselirken, Ayasofya kaba ve hantal görünüşüyle bir çöküşün ifadesi gibidir.
Sanata katılan bir başka yönü daha ilave etmek gerekir. Edirne’deki İkinci Bayezit tarafından yaptırılan külliye, bir özelliğiyle oldukça dikkat çekicidir. Medrese kısmı din ve tıb bilimlerinin tahsil edildiği iki bölümden oluşur. Tıbba ayrılan bölümde gerçekten enteresan ve akıllara durgunluk veren bir bölüm vardır. Üstü kubbeyle örtülü olan bu yapının çevresi pencerelerle kaplıdır. Güneş ne zaman gökyüzünde olsa, ışıklarını içerisine alan bir yapıdır. Aydınlık, ferah, ortasında havuza sahip bir bina. Ortasındaki havuzdan fışkıran su seslerini çoğaltan bir eser. Bu binada ruh hastalarının, delilerin tedavi edildiği kayıtlar arasında yer almaktadır. Kubbenin duvara geçiş yerlerine yerleştirilen girinti ve çıkıntılar (tonoz) havuzdan fışkıran su sesini çoğaltmakta, adeta çağlayanlara çevirmektedir. Ruhen dengesiz bir kimsenin buraya bırakılması ile birlikte su sesinin insan ruhuna vereceği etki ile tedavi edildiği bilinmektedir. Dünyada hoş seda ve müzikle tedavinin yapıldığı ilk mekanlardan birisidir. Binanın dikkat çekici bir başka özelliği daha vardır. İçeri girildiğinde yatılacak, dinlenilecek bir mekana rastlanılmamaktadır. Dinlenme yerlerinin giriş kapısının yan arkalarına gizlendiği görülmektedir. Ruhen dinlenen bir bireye hemen istirahat yerlerinin sunulmamasından amaç istirahat için yerini bulmada, aklını kullanmasının istenmesinden kaynaklanmaktadır. İnsanın ruhunun dinlenmesini ve hemen arkasından aklını kullanmayı telkin eden ve zorlayan bir yapı…
İslam’da sanat, müminin iç dünyasının dışlaşmış, görselleşmiş şeklinden başka bir amaç taşımaz. Camilerde başlangıcını ve sonunu bulamayacağınız bitki motifleri, geometrik şekiller ve biçimler, insanı dış dünyasından alır, iç dünyasına; O’na (Celle Celaluhu) götürür. Sanatını inandığı Allah’a götüren son, yekpare bir makama ulaşmak için kullanan, taşlara akustiği (bugün ses cihazlarında yer alan ekoyu) işleyen geçmişimizi minnetle anar, bizlere de gayret vermesini Cenab-ı Hakk’tan niyaz ederiz..