Masum Irmak

Gemileri yaksalar da geleceğim sana
On iki ayın birisinde, kesin takvim sorma bana
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman
Bahaeddin Karakoç
“Yağmur iğri iğri düşüyor toprağa”. Ruhum, buruk akan mahzun Meriç’in hızına ayak uyduruyor. Meriç, bizi ayıran ufuk çizgisi. Kimler girdi ki aramıza, bizi birleştiren bir kardeşlik köprüsü iken sen, “sınır” gibi soğuk bir kelimeyle anılır oldun? Ah Meriç, ne oldu sana? Neden suskunsun böyle? Meriç, şanlı Meriç, kardeşliğin gümüş renkli suyu Meriç! “Ah ne güzel şehir bu eski şehir/ nehirler düşlerin göl kenarında” diyor ya şair, neredesin eski şehrimizin düşler nehri? Edirne’den Bulgaristan’a yapay buzdan sınırı geçerken içimi beyaz bir hüzün kapladı. Kim koymuştu bu el yapımı sınırları? Kimdi ki bunlar, beş yüz yıllık kardeşliği tarumar etmişlerdi? Yemyeşil vadinin derinliğinde inim inim inleyen otobüs, yalnızlığıyla Rodopları selamlarken, yıllar önce toprağa verdiğim ihtiyar ninemi hatırladım. Ninem Deliorman Türklerindendi. Elli dörtte, o zamanlar altı yaşında olan annemi de alarak Türkiye’ye gelmişti. Ben henüz küçükken, yaşlı nineciğim, bana soğuk sularını kana kana içtiği, kırlarında özgürce koştuğu Deliorman’ı, hasretini, memleketini bir kez olsun tekrar görme arzusunu gözleri yaşla anlatırdı. Ben on yaşındayken, bu müzmin ihtiyar, o kırma böreğini, yanisini -yahniye hep yani derdi- memleketine duyduğu hazin iştiyakı dindiremeden vefat etti. O puslu günde ben, ilk defa gerçekten üzüldüğüm için ağladım, ilk defa ölümün soğuk yüzünü tenimde hissettim. Bir harita alıp ilk defa Bulgaristan’ın yerini buldum. Ninemin neden ağladığını ilk defa anladım. Ustina’ya vardığımda, Rumeli havasını içime çektiğimde, delice akan masum ırmağı selamladığımda, nineciğim için yaşlı gözlerle bir kez daha Allah’tan yardım diledim. Düşünceler denizine dalmışken, yaşlı, kır saçlı ve uzun boylu Kadir amcanın davudi sesi, beni kıyıya çıkardı:
—Yeni oca sen misın evladım?