“KURBAN” OLMADAN FETİH OLMAZ

Yer Mekke…
Allah’ın Halili Hz İbrahim (AS) bir rüya gördü. Rüyasında Allah’ın, oğlunu kurban etmesini emrettiği vahyediliyordu. Aynı rüyayı üç gün üst üste görünce bıçağını ve ipini hazırladı. Oğluna durumu bildirdi. Oğlu durumu tam bir teslimiyetle karşıladı.
“Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın” dedi.” (Saffat 102)
Peygamber ve oğlu Allah’ın emrini yerine getirmek için hiçbir tereddüt geçirmediler.
“Sonunda ikisi de (Allah’ın emrine ve takdirine) teslim olmuş bir halde onu alnı üzerine yatırdı.” (Saffat 103)
Allah’ın emrini yerine getirmekteki kararlılıklarını ortaya koydular. Tam oğlunun boğazını kesmek üzere idi ki vahiy meleği Cebrail göründü. Sonsuz merhamet sahibi olan Rab Tealadan ilahi mesajı yetiştirdi. Allah kullarından razı olmuştu.
“Biz ona: “Ey İbrahim” diye seslendik. ““Gördüğün rüyanın hükmünü yerine getirdin. Şüphesiz biz iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız. Doğrusu bu, apaçık bir imtihandı.” (Saffat 103,104,105)
Ayrıca Cebrail (AS) cennetten gönderilen ve yanında getirdiği koçu ilahi bir hediye olarak takdim etti. Hz İsmail’in canına karşılık onu kurban ettiler.
“Biz, (İbrahim’e) büyük bir kurbanlık vererek onu (İsmail’i) kurtardık.” (Saffat 107)
“Kendilerinden razı olunan” iki kul Rabbe hamdettiler…
**
Hicretin 6’ncı yılıydı. Bu kez Allah’ın Habibi Âlemlerin Efendisi (SAV) bir rüya gördü. Rüyasında Kâbe’yi ziyaret ettiklerini gördüğünü, yakında hep birlikte Mekke’ye gideceklerini ashabına müjdeledi.
Hazırlıklar tamamlandı. Müslümanların amacı savaş olmayıp, yalnızca Kâbe’yi ziyaret etmekti. Peygamberimiz, Mekkelileri telâşlandırmamak için, ashabının silah taşımalarına izin vermemiş, sadece yolcu silâhı olarak birer kılıç almışlardı. Yanlarındaki 70 kurbanlık deveyi işaretlediler ve Zülhuleyfe’de “umre” niyetiyle ihrama girdiler.
**
Evet, ahir zaman Nebisi ve ona inanan bir avuç mü’min yurtlarından çıkarılalı altı yıl olmuştu. Bu süre içerisinde Mekkeliler hem Efendimiz ve birlikte hicret edenleri hem de onları bağırlarına basan ve Allah’ın kendilerine “ensar” adını verdiği Medineli Müslümanları sürekli taciz etmişler, her fırsatta Medine’de filizlenen İslam nurunu söndürmek ve tamamen ortadan kaldırmak için savaşlar ve kuşatma dâhil her şeyi yapmışlardı.
Hâlbuki Rasulüllah (SAV) onları risaletin başlangıcından itibaren sadece iki kelimeye davet ediyor ve bunun karşılığında onlara hem bu dünyayı hem de ahireti vaad ediyordu:
“Sizleri Arapların padişahı kılacak ve Arap olmayanların da karşınızda hor ve hakir olmasını sağlayacak bir kelimeyi dile getirmeye hazır mısınız? Vallâhi, Araplar içinde, benim size getirdiğim, dünya ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden daha üstününü ve hayırlısını kavmine getirmiş bir yiğit bilmiyorum. Ben sizi, dile kolay gelen, mizanda ağır basan iki kelimeye davet ediyorum ki, o da; “Allah’dan başka ilah bulunmadığına ve benim de, Allâh’ın Rasûlü olduğuma şehâdet etmenizdir.” Yüce Allah, sizi buna davet etmemi emir buyurdu. O halde, hanginiz bana bu yolda icabet ederek vezirim ve yardımcım olur?”
Efendimizin bu davetine sadece olumlu cevap vermemekle kalmadılar, Allah’ın sevgilisine ve onun davetine icabet eden bir avuç müslümana türlü işkenceler yaptılar. İçlerinden birkaç akıllı geçinenin yaptığı “bari onunla Arapların arasından çekilelim, eğer davasında başarılı olursa biz yakınlarıyız faydalanırız, yok eğer Araplar ona karşı üstünlük sağlar ortadan kaldırırsa zaten biz de bunu istiyoruz, yorulmadan amacımıza ulaşırız.” çağrılarına bile kulak asmadılar.
Mekkeliler “bu ilahi daveti kabul ederek Muhammed’e yardımcı olursak, tüm Arapların ve diğer milletlerin düşmanlığını kazanırız. Hem sayı hem de güç olarak zayıfız. Sonunda yok olup gideriz” diyorlardı. Hatta Efendimize “senin kadar kavmine zarar veren, kavmine bela ve musibet teklif eden bir kimse bilmiyoruz” diyenleri bile olmuştu.
Rasulullah (SAV) Mekkelilerin bu tutumları karşısında diğer arap kabilelerine davetini ulaştırmak ve kendisine yardımcı olacak insanlar bulmak için girişimlerde bulunmaya başladı. Özellikle hac dönemleri bunun iyi bir fırsat teşkil ediyordu. Efendimiz Arabistan’ın dört bir tarafından gelen kabile temsilcilerini de Mekkelileri çağırdığı iki kelimeye “Rabbimin elçilik vazifesini yerine getirinceye kadar beni barındıracak kim var? Bana yardım edecek kim var ki, kendisine cennet verilsin?” diye seslenerek davet ediyordu.
Öz amcası Ebu Leheb başta olmak üzere müşriklerin ileri gelenleri ise onun peşinden giderek alay ediyorlar, akıllarınca insanları uyarıyorlardı. Bunu gören kişiler de “elbette kendi kavmi daha iyi bilir. Hayırlı bir kişi olsa idi önce kendi kavmi arka çıkardı.” diyerek peygamberimizin davetini geri çeviriyorlardı.
Rasulullahın (SAV) bu gayreti risaletin 11. yılında bir hac mevsiminde karşılığını buldu. Allahın kalplerini açtığı bir avuç Medineli bu zor vazifeyi üstleneceklerini vaad ederek Efendimizi ve ona tabi olanları Medineye davet ettiler. Medine eşrafından Es’ad b. Zürare ile Bera’ b. Ma’rur’un (RA) Akabe’de biat sırasındaki konuşmalarından Nasıl zorlu bir görevi üstlendiklerinin farkında olduklarını anlıyoruz:
“Yâ Rasûlallah! Her davetin, yumuşak veya sert, bir yolu ve usulü vardır. Bugün senin yaptığın davet, insanların yüzünü ekşitecek, kendilerine ağır gelecek bir davettir.………Biz, senin Allah´tan getirdiklerine inanarak ve kalplerimize yerleşen bir marifetle tasdikte bulunarak, sana biat edeceğiz!……..Biz, kendilerimizi, oğullarımızı ve kadınlarımızı savunduğumuz ve koruduğumuz şeylerden, seni de savunacak ve koruyacağız!
Eğer biz bu ahdimizi bozarsak, Allah´ın ahdini bozmuş bedbaht, yaramaz kimseler olmuş olalım! Biz ahde vefa ve sadakat göstermek, Resûlullahın (SAV) önünde canlarımızı feda etmek arzusundayız!
Yâ Rasûlallah! Bu, sana karşı, bizim sadakat yeminimizdir! Şimdi bize şartlarını söyle” dediler.
Peygamberimiz (SAV) bunun üzerine “Yüce Rabbim için şartım; O´na hiçbir şeyi eş ortak koşmaksızın ibadet etmenizdir. Kendim için şartım, beni ve ashabımı barındırmanız, bana ve ashabıma yardımcı olmanız, kendilerinizi, kadınlarınızı ve çocuklarınızı savunduğunuz, koruduğunuz şeylerden bizleri de savunup koruyacağınız hakkında, sizinle biat yapayım!” buyurdu.
Medineli temsilciler sözlerini yerine getirdiler. Bir yıl büyük bir gayretle çalışarak Medine’de İslamın yayılmasını sağladılar ve ertesi yılki hac sırasında Efendimize müjdeli haberi getirdiler. Medine’de “her şeyin hazır olduğunu ve artık misafirlerini beklediklerini” ifade ettiler.
Peygamberimiz ve Müslümanlar bu yeni “hizmet” mekânına mümkün olan en kısa sürede ulaştılar. Risalet mücadelesi kesintisiz bir şekilde ikinci dönemine başlamış oldu.
Mekkeli müşrikler “Allah yolunda hicret edenler”i ve onların “yardımcılar”ını Medine’de de rahat bırakmadılar. Medinelileri “asilere, bozgunculara” arka çıkmakla suçladılar, büyük tehditler savurdular. “Mekkeliler” ve “Medineliler” arasında resmen “savaş hali” başladı.
Mekkeli müşrikler Peygamberimiz ve dava arkadaşları ile diğer tüm insanlığın arasına girmeye devam ettiler. İlahi mesajın kendileri dışında kalan tüm insanlığa ulaştırılamamasının, en azından geciktirilmesinin vebal ve sorumluluğunu almak cehaletini sergilediler.
Medine’yi ele geçirmek, Efendimizi (SAV) öldürmek, Müslümanlığı yok etmek için her çareye başvurdular; bunun için maddi manevi tüm güçlerini seferber ettiler fakat amaçlarına ulaşamadılar. Müslümanların günden güne güçlenmelerine, sayılarının artmasına engel olamadılar.
Altı yıl müşrikler saldırı, Müslümanlar savunma konumunda mücadeleyi sürdürdüler. Bu süre zarfında Allah’ın sevgilisinin rahleyi tedrisindeki Müslümanlar yokluklarla, kıtlıklarla, muhasara ve ihanetlerle olan imtihanlarını başarı ile veriyorlar, bu meşakkatler sadece onların imanlarını artırıyordu.
Hendek savaşının ardından Peygamber efendimiz Allahü teâlâya hamd ve şükür ederek, Ashabına; “Artık nöbet sizindir. Bundan sonra Kureyş sizin üzerinize gelemez.” şeklindeki ifadeleri ile müşriklerin gücünün tükendiğini, artik Müslümanların zafer yollarının açıldığını da müjdelemiş oluyordu. Müslümanlar iyice anlamışlardı ki İslami davetin önünün açılması için yani “fetih” için öncelikli hedef “Mekke” olmalıydı.
**
İşte Efendimizin (SAV) rüyası Müslümanların morallerinin o zamana kadar en yüksek düzeyde olduğu bu zamana rastlamıştı. Sayıları 1400 civarındaki Müslümanlar Peygamberimizin de müjdesi ile o yıl umre yapacakları ve buna müşriklerin de engel olamayacağı yönünde kesin bir inanç içindeydiler.
Müslümanların hareketini haber alan ve böyle bir şeyi hiç beklemeyen Mekke’de büyük bir telaş başladı. Yaptıkları müzakereler sonucunda halen aralarındaki “savaş hali” devam ederken Müslümanların ellerini kollarını sallayarak Mekke’ye girip çıkmalarına izin vermelerinin diğer arap kabileleri tarafından zayıflık olarak algılanacağı kanaatine vardılar ve her ne pahasına olursa olsun Müslümanları Mekke’ye sokmamağa karar verdiler.
Hâlbuki Mekkeliler yüzlerce yıldır haremin ve oraya hac ve umre için gelenlerin koruyuculuğunu yapmakla övünür, tüm Araplar nezdindeki şeref ve itibarlarını bu çabalarına borçlu olduklarını iyi bilirlerdi.
Peygamberimiz, Mekkelilerin bu kararını öğrenince yol güzergâhını değiştirerek Hudeybiye’ye kadar ilerledi. Niyetlerinin sadece umre yapmak olduğunu anlatmak üzere Hz.Osman’ı Mekke’ye gönderdi. Mekkeliler:
“Sizi bırakırsak, Araplar, ‘Kureyş, Müslümanlardan korktu’ derler dediler. Hz. Osman’ı (RA) göz hapsine aldılar ve dönmesine izin vermediler.
**
Elçisinin alıkonulması Mekkelilerin savaş hazırlığına başlaması üzerine Peygamberimiz (SAV) gereken tedbirleri aldı. Müslümanları Allah yolunda yapacakları savaşta, canlarını fedâ etmekten çekinmeyeceklerine dâir, kendisine söz vermeye çağırdı.
Tarih bir kez daha tekerrür etti. İnananlar Peygamberlerinin rüyasının gereğinin yerine getirilmesi için canlarını ortaya koymaya çağrılıyorlardı.
İstisnasız bütün Müslümanlar Hudeybiye’de bir ağacın altında, sırayla Peygamberimizin ellerini tutarak “Allah yolunda ölmek, ölünceye kadar savaşmak, düşmandan kaçmamak üzere” söz verdiler, biat ettiler. Rasulullahın (SAV) ashabının her biri bıçağın altına boyunlarını uzatan birer İsmail (AS) olmuşlardı.
Müslümanların ölüm için birbirleri ile yarışırcasına yaptıkları, Hz. Peygamber’e bağlılıklarını ve kararlılıklarını gösteren bu biatın Mekkeliler üzerindeki etkisi büyük oldu. Derhal Hz. Osman’ı serbest bıraktılar ve Hz. Peygamber (SAV) ile barış yapmak üzere bir heyet gönderdiler.
Peygamberimiz Mekkelilerin neredeyse bütün şartlarını kabul ederek on yıllık barış anlaşması imzaladı. Müslümanlara kurbanlarını orada kesmelerini, traş olmalarını ve Medine’ye dönmelerini emretti.
Ölüm üzerine biat eden ve karşılığında Mekke’ye her ne pahasına olursa olsun gideceklerini düşünen mü’minlere bu durum ağır geldi. Allah’ın ve Rasulünün bu işteki muradını ve hikmeti anlayamadılar. Rablerine işte canlarını sunmuşlardı, bunun kabul edilmemesinin ne gibi bir sebebi ve hikmeti olabilirdi?
Hâlbuki Allahu Teala onlardan razı olmuştu ve Cebrail’i (AS) elçisine gönderdi. Cebrail’in (AS) elinde bu kez bir “koç” yoktu ama çok önemli bir hediye ile gelmişti. Peygamberimiz, biraz da isteksiz bir şekilde Medine yoluna düşen mü’minlere toplanmalarını emrederek Rablerinin hediyesini sundu:
“Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih verdik.” cümlesi ile başlayan Fetih suresini okudu. Allahu Teala bu surede biat ederken “Allah’ın elinin onların elleri üzerinde” olduğunu, bundan sonraki süreçte “bu sözlerinin gereğinin onlardan beklendiğini”, “Ağaç altında biat edenlerden razı olduğunu”, “yakın bir fethin, bir çok ganimetin onları beklediğini”, “eğer savaşsalardı müşriklerin arkalarını dönüp kaçacaklarını”, “Müslümanları üstün kıldığını ve müşriklerin elinin onların üzerinden çekildiğini müjdeliyor, fethin yakın bir zamana bırakılmasının bir takım hikmetlerini izah ediyor, peygamberinin rüyasının doğru çıkarıldığını haber veriyordu.
Cenâb-ı Hakkın, Rasûlullaha (SAV) biat eden mü’minlerden hoşnut olduğunu bildirmesi sebebiyle İslâm Târihinde bu biata “Rıdvan Biatı” adı verilmiştir. Bir kez daha anlaşıldı ki “bu dünyada fetih” için Allah’ın kullarından razı olması, Allah’ın rızası için de öncelikle canlardan, mallardan kısaca dünyadan vazgeçilmesi gerekiyordu.
Ve Allah’ın dediği oldu. Müşriklerin hileleri başlarına yıkıldı. Hevesleri kursaklarında kaldı. Allah’ın nurunu engelleme çabaları ancak yaklaşık 18 yıl sürebildi ve sonunda boşa çıktı. Bu süreç onlara çok pahalıya da mal oldu. Hudeybiye Barışından sonra Müşriklerin elinin mü’minler üzerinden çekilmesi ile “fetih” süreci başladı. Öncelikle gönüllerin fethi gerçekleşti. Rasulullahın ve Medine’nin resmen Mekke tarafından tanınması ile diğer arap kabileleri ardı ardına elçi ve temsilciler göndererek bu yeni oluşumu tanıdıklarını, itaat ve iman ettiklerini bildirmeye başladılar. Hayber fethedilerek bölgedeki Yahudi fitnesi ortadan kaldırıldı. Mü’minlerin aleyhine zannedilen bazı anlaşma maddeleri Allah’ın yardımı ve bizzat müşriklerin talebi ile iptal edildi. İslam Mekke’de gönüllerde yer bulmaya başladı. Mısır, Filistin ve Şam bölgelerinin birkaç yıl sonraki müstakbel fatihleri Halid bin Velid ve Amr bin As Müslüman olarak Medine’ye hicret ettiler. Efendimiz memnuniyetini “Mekke ciğerparelerini bize gönderdi” diyerek ifade etti. Ve birçok kişi bunları takip etti.
Bu gelişmelerden memnun olmayan Mekkeliler rahat durmadılar. Anlaşmanın arkasından dolanarak kendi müttefiklerini silahlandırıp Peygamberimizin müttefikleri üzerine saldırtarak anlaşmanın tümden bozulmasını sağladılar. Bu da son hataları oldu. Peygamberimiz kendisine tabi olan ve sayıları on binin üzerinde olan sahabesi ile Mekke’ye girerek Allah’ın kendisine ve mü’minlere vaad ettiği “yakın fethi” gerçekleştirdi.
Mekkeliler Yusuf’un kardeşlerini affettiği gibi affedildiler. Mekkeliler Müslüman oldular, Efendimize biat ettiler. Mekkeliler, bir zamanlar yakınlarında dolaşmasından bile hoşlanmadıkları Kâbe’nin anahtarlarını O’na teslim ettiler. Kâbe başta olmak üzere bütün Arabistan putlardan temizlendi.
Rıdvan biatında bulunanlar sözlerinde durdular. Allah da vaadini gerçekleştirdi. Fetih suresi nazil olduktan sonra ortalama bir insan ömrü kadar bir süre içerisinde Allah Rasulünün davet ettiği o iki kelime neredeyse dünya üzerindeki bütün insanlara duyuruldu. O zamanlar bilinen dünyanın yaklaşık üçte ikisinde Müslümanlar hâkimiyet kurdular.
Rabbimiz onları iyi anlamayı, ibret ve örnek almayı, onların yolundan giderek onlarla birlikte haşrolmayı bizlere nasip etsin…