Kimsesiz Ali Musalla Taşında

6 Nisan 1990 Saat:04.30
Havanın tamamının kararmış olduğu ve yerini güneşin doğuşunu müjdeleyen o kızılca kıyamete bırakacağı saatleriydi, ardıç kuşları ile serçelerin sesleri birbirine karışıyor, hafiften esen rüzgâr köyün içindeki tezek kokusunu tekrardan sağa sola taşıyordu, horozlar birbirlerinin sesini duyunca daha bir iştah ile köylüleri uykusundan uyandırmaya başlıyorlardı. Köyün orta çeşmesinin yanında uzanmış olan çoban köpeği Beto birden kapı açılma sesi ile irkilmişti, karşısında bulunan 2 göz odalı, dışı çamur sıvalı, kerpiçten yapılmış evin tahta kapısının sesiydi bu. Köyün camii imamı Abdullah hoca karanlıkta bir elinde gaz lambası diğerinde ise plastikten yapılmış rengi solmuş ibriği ile belirdi. Kapıdan kendisine doğru yürüyen kısa beyaz sakallı, yaşının ilerlemesinden beli bükülmüş, köyün hep inşaat işlerinde çalışmaktan güneşte teni kavrulmuş buğday tenli, zayıf Abdullah hocayı tanıyan Beto olduğu yerden hiç kalkmadan gözleri açık onu izliyordu. Her fecr vaktinde olduğu gibi Abdullah hoca yine aynı şalvarı aynı gömleği ile orta çeşmeye kadar gelip ibriğini doldurduktan sonra Beto’nun yanından geçerken başını okşamayı da ihmal etmemişti.
Orta çeşmeden abdest almak için suyunu dolduran Abdullah Hoca evine tekrar girdi. Aradan geçen kısa bir süre sonrasında aynı tahta kapının önünde belirdi ve sağ elinde bulunan tesbihi ile camiye doğru yürümeye başladı, Abdullah Hoca’nın camiye gittiğini fark eden Beto her sabah namazında olduğu gibi bugünde Abdullah Hoca’nın peşine takılmış, namaza gidip gelirken Abdullah Hoca’ya yoldaş olmayı adeta kendisine huy edinmişti. Usulca caminin kapısını açan Abdullah Hoca cübbesini giymiş ve minarenin şerefesine çıkarak gür sesi ile sabah ezanını okumaya başlamıştı. Abdullah Hoca ezanı okuduğu esnada köyün tüm köpeklerin uluma sesleri arasında Beto’nun havlama seslerini fark etmişti. Gözünün ucuyla baktığında caminin yanında Beto havlıyor, olduğu yerde dönüp duruyordu. Beto’nun bu hareketleri normal değildi, diğer köpeklerin aksine Beto, Abdullah Hoca’nın okuduğu ezanı bitene kadar dinlerken kulaklarını diker ve adeta saygı gösterircesine dinlerdi. Ezanı bitirdikten sonra minareden aşağı inen Abdullah Hoca’nın üzerine atlamaya çalışan Beto’nun bir derdini olduğunu fark edince Beto’nun peşine düştüğünde musalla taşının üzerinde kamıştan yapılmış eski bir sepetine içinde kundağa sarılı bir bebeğin olduğunu fark etti. Abdullah Hoca gördüğünün karşısında donakalmıştı, sepeti eline aldığı gibi evine doğru koşar adımlar ile hızlıca ilerlemeye başladı.
Beli bükük halde üzerinde cübbesi ile köyün ortasında koşturan bu ihtiyarın peşine takılan Beto meraklı gözlerle ihtiyarın etrafında koşuşturup duruyordu. Beto’nun bu koşuşturması Abdullah Hoca’nın kerpiç evinin tahta kapısından girmesi ile son bulmuştu. Kapının önüne uzanan Beto kulaklarını dikmiş sanki kapıyı dinlercesine dikkat kesilmişti. Evin salonunun köşesinde bulunan kuzine sobaya hemen odun atan Abdullah Hoca evi ısıtmaya çalışıyor bir yandan da tok ve gür sesi ile seslice kendi kendine “Ah be yavrucuğum kim bıraktı seni oraya, ah be günahsız evladım” diyerek söyleniyordu. 18 haneli köyde kimsenin hanımı hamile değildi, son zamanlarda köye gidip gelende olmamıştı, kimdi bu günahsız yavrucuk, kimin evladıydı.
Sobayı derin nefesleri ile üfleyen Abdullah Hoca en sonunda ateşi yakmıştı. Diğer odadan Abdullah Hoca’nın geldiğini ve söylenmesini duyan Emine Hanım meraklı şekilde oturma odasına gelmişti. Köyde hayatta kalma mücadelesi veren bu evin diğer bireyi de Emine Hanımdı. Zayıf, kısa boylu yüzünde şefkatin ilmek ilmek işlendiği kırışıklıkların arasında ela gözleri ile şaşkınca ve ince ses tonu ile eşi Abdullah Hoca’ya hitaben “Ne oluyor efendi, ne bu telaşın, erken geldin camiden” demesinin üzerine, Abdullah hoca yüzünü yerde bulunan döşeğin üzerindeki kamıştan örülmüş sepete çevirdi. Emine Hanım’ın sepette bulunan bebeği fark etmesi uzun sürmemişti. Hızlıca sepette bulunan kundağa sarılı bebeği kucağına alan Emine Hanım, bir anne şefkati ile bebeğin nefes alıp almadığına bakmıştı. Emine Hanım mutluluğu, üzüntüyü ve endişeyi aynı anda yaşıyordu. Bebeğin nefes almasına sevinirken, ağzından buz gibi nefes çıkması Emine Hanım’ı endişelendirmişti.
Kucağında bebek ile sobaya yaklaştı ve karşısında duran ihtiyar eşine “efendi koş muhtara haber et, karakol çavuşuna telefon etsin” demesi ile ihtiyar Abdullah Hoca apar topar evin kapısından çıkarken Emine hanım ihtiyara tekrar – “Hayriye’nin gelin kızını da çağır onun da çocuğu vardı geliversin emzirsin bu yavrucağı” diyerek seslendi. Evden ayrılan ihtiyar, muhtarın evinin önüne doğru koşmaya başladı, bir yandan koşuyor bir yandan da peşinden gelen Beto’ya içini dökercesine “insaf kalmamış, vicdansızlar, insafsızlar” diyerek yol alıyordu. Muhtarın evinin önüne gelen ihtiyar pencereye doğru var sesiyle, “Muhtaaar, Muhtaaar! Ben geldim Abdullah Hoca, Muhtaaar!” diyerek bağırıyordu.
Köyün muhtarı Köse Kerim pencerede belirdi. Başında beyaz el örmesi yün takkesi, gözünde yuvarlak kalın mercekli gözlüğü ile dışarıya baktı ve “Buyur Abdullah Efendi hayrola bu saatte” dedi. Abdullah Efendi bitap düşmüş ve yorgunluktan zar zor nefes alarak ellerini dizine koymuş vaziyette başını kaldırıp “Muhtar jandarmayı ara az evvel camiye bir bebek bırakmışlar, tez gelsinler, ben Hayriye hatunun evine giderim sende tez elden benim eve gel” dedi ve muhtarın evinin az ötesinde bulunan Hayriye Hatun’un evinin önüne bükülmüş beline rağmen hızlıca gelmişti. İhtiyarın takati tamamen tükenmekteydi, sanki onun halini anlayan Beto onun yerine Hayriye hatuna seslenircesine pencereye doğru havlıyordu. Tüm gücünü toplayan ihtiyar Hayriye hatuna da aynı şekilde seslenip durumu kısaca izah etti ve gelini ile kendisinin evine gelmesini isteyerek kendi evinin yolunu tuttu.
Evine giren ihtiyar eşinin kucağında çocuğu telaşla salladığını görünce bir an duygusallaşmaya başlamıştı. Abdullah Hoca ile Emine Hanım’ın şimdiye dek hiç çocukları olmamıştı. Abdullah Hoca Allah-u Teâlâ’ya çokça dualar etmiş, kaç defa adaklar adamış olmasına rağmen evlat sahibi olma duygusunu yaşayamamış ve eşi Emine hanım ile birlikte ne evlat ne de torun sevebilmişlerdi. Abdullah Hoca’nın bu düşünceli hali Emine Hanım’ın tiz sesi ile “efendi kapıda durma, kapat kapıyı içerisi soğumasın, bak hareket ediyor kuzucuk” demesi ile ihtiyar irkilerek kendisine geldi ve tahta kapıyı kapatıp masum bebeği izlemeye başladı. Kimin nesi olduğunu bilmediği bu yavrunun soğuktan kızarmış yanaklarını ve hafiften morarmış göz kapaklarını izlerken ayaklarını hareket ettirdiğini görünce sevinen Abdullah Hoca eşi Emine Hanım ile göz göze gelip tebessüm ettiler.
Muhtardan daha hızlı davranan Hayriye Hanım evin kapısını çaldı. Yanında 20’li yaşlarda 4 aylık bebeği olan gelini Fadime’de vardı. Hayriye Hanım gelini Fadime ile birlikte sobanın başına gelince Emine Hanım’ı görür görmez selamlaştılar. Emine Hanım hem komşusu hem de akrabası olan Hayriye Hanım’ın daha soru sormasına mahal vermeden “Fadime kızım, sen bu yavrucağı emziresin, Abdullah amcan camide bulmuş, oraya bırakıp gitmişler, hele gel de emziriver bu kuzucuğu” demesi üzerine Abdullah Hoca da muhtarı beklemek için evin kapısına çıkmıştı. Fadime gelin bu kimsesiz bebeği kucağına alıp hemen emzirmeye başladı. Karnı kim bilir kaç saattir aç olan bu kimsesiz bebek yorgun düşmüş küçük bedenine rağmen hızlıca süt emiyordu. Fadime gelin bebeğin karnını doyurduktan sonra gözlerinin açıldığını ve kendisine gelmeye başladığını fark ederek “ana, ana, bakın gözlerini açtı” dedi. Çocuğun başına toplanan Emine Hanım ve Hayriye Hanım tebessüm eder gözlerle bu yavrucuğu izliyorlar, içlerinden maşallah diyorlardı. Tombul yanaklı, kara gözlü seyrek kaşları olan bu bebek korkmuş bir yüz ifadesi ile kendisini izleyenlere bakıyordu. Emine Hanım içinden gelen bir anlık şefkat ile “Kurban olurum seni verene, maşallah sana kuzucuk” diye konuşması üzerine muhtarın kapıdan sesi duyulmuştu.
Muhtar Köse Kerim kapıda bekleyen Abdullah Hoca’ya ne olduğunu bir daha sormuştu. Olanları anlatan Abdullah Hoca, muhtara tekrardan karakola haber verip vermediğini sorunca muhtar “çavuşu aradım hocam yoldadır asker, gelir birazdan ” dedi. Ama ikisi de bebeği kimin bıraktığını endişeli şekilde meraklı gözlerle birbirine soruyorlardı. Abdullah Hoca kendini tutamadı ve gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. Kapının yanında bekleyen Beto ayaklarına kafasını sürterek sanki teselli etmeye çalışıyordu. Muhtar Abdullah Hoca’nın çocuk hasreti çektiğini bildiği için durumun farkındaydı ve cebinde bulunan işlemeli tabakasından çıkardığı sigarasını yakmış, Abdullah Hoca’nın sırtını sıvazlamıştı. Yaşlı gözlerle muhtara:
– “Bu bebeği kim bırakır Köse Kerim, Allah aşkına söylesene. Burası koca vilayette en ücra köy sayılır, buraya kim gelir de gecenin bir vakti bu bebeği bırakır.” Muhtar:
– “Bilmiyorum hocam. Benim uykum da hafiftir köpek havlasa uyanırım. Köydeki köpekler de havlaması gece vakti, araba sesi gibi bir ses de duymadık, gökten inmedi herhalde bu bebek…” Abdullah Hoca:
– “Çavuş ne zaman gelir, hala gelmediler, şimdiye gelirlerdi çoktan.” Muhtar:
– “Çavuşa telefonda bir çocuk bulduk cami bahçesinde gelir misiniz dediğimde geliyorum, hemen.” demişti.
Konuşmaları devam ettiği esnada Karakol çavuşu koca lastikli, tozu dumana katarak koyu yeşil renkli cipin güçlü motorun gürültüsü ile köyün başında görünmüştü. Karakol çavuşu, Abdullah Hoca’nın evinin önünde muhtarı ve hocayı görünce cip ile yanlarına kadar gitti, çavuşun kapısını açan Muhtar ile Çavuş Reşat selamlaştılar. Abdullah Hoca, Reşat Çavuş’u dışarıda bekletmeden içeri davet etti. Botunun bağcıklarını hızlıca çözen Reşat Çavuş sobanın başında ellerinde bebekle bekleyen kadınlardan müsaade isteyerek çocuğun kucağına aldı. Çocuk ile ilgili bir şeyler arayan Reşat Çavuş sonunda bebeğin kundağının yanında katlanmış bir küçük bez parçası buldu. İçine bir şeylerin sarılı olduğunu fark eden Reşat Çavuş çocuğu tekrardan Emine Hanım’a verdi ve hızlıca bezi açtığında içinde saman kâğıdına itina ile yazılmış bir not bırakılmıştı.
Reşat Çavuş notu okudukça kehribar rengi gözleri daha da açılmaya başlamış, kısa kesimli sarı saçlarını kaşımaya başlamıştı. Reşat çavuşun okuduğu not şu şekilde başlıyordu.
Evladım Ali…