II. Abdülhamit İstibdat (Despotluk) Meselesi

İstibdat, (despotluk): Hiçbir hak ve özgürlük tanımayan sınırsız monarşi, mutlak hâkimiyet; anlamına gelir.
Tarihte; Meşrutiyet yönetimini tahta geçebilmek için kabul eden II. Abdülhamit, Sadrazam’ın gölgesinde kalmayı hazmedemeyerek, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşını bahane ederek parlamentoyu, (Meşrutiyeti) lağvetti. II. Meşrutiyet ilan edilene kadar geçen döneme Abdülhamit’in İstibdat (baskı) dönemi denir. Bu dönemde anayasal haklar kısıtlanmış ve baskılar artmıştır. Yapılan baskı çoğunlukla “meşrutiyet yanlıları” üzerine olmuştur. Hafiye teşkilatı kurulmuş, jurnalciler teşekkül etmiştir.
Bu dönemde, Osmanlı idaresine, Padişaha/Padişahlığa karşı çıkanlar sıkıntı yaşadılar. Pay-ı tahtta istediğini yapamayan muhalifler, ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar. Gittikleri ülkelerde boş durmadılar. Yazılı ve sözlü, Abdülhamit ve yönetimi aleyhine çalışmalarını sürdürdüler.
BASKIYA NİYE İHTİYAÇ DUYDU?
Çoktandır Batıyla ilişki içinde olan birtakım insanlar maalesef Hanedanı, özellikle Cihan Devletini, bilerek veya bilmeyerek yıpratmaya çalışıyorlardı. Bu durumu fark eden Abdülhamit, önlem almayı gerekli gördü. Uygulamaya koyduğu önlemin adına istibdat dediler. Uygulamaya koyduğu anlayışın altında yatan gerçeklerden biri, belki de birincisi budur.
Yapanı belli olan, ama Fail-i Meçhul cinayete kurban gittiği söylenen Abdülaziz’den sonra iktidara getirilen, 5. Murat rahatsızdı. Yani hastaydı. Onun bu yönünden faydalanarak, cinayeti örtbas edip, istediklerini bu Padişah vasıtasıyla yaptırmak istiyorlardı. 5. Murat’ın doksan üç gün (93) gibi kısa süreli iktidarı onların niyetlerini boşa çıkardı. Mithat Paşa ve avanesi şaşkına döndü.
Cülûs merasimi tertiplenmeyen, halkın huzuruna ve Cuma selamlığına dahi çıkamayan 5. Murat, böylece ‘hal’ edilmiş oldu. Padişah aynı zamanda Meşrutiyet yanlısıydı.
II. ABDÜLHAMİT TAHTA ÇIKIYOR
Prosedür gereği Abdülhamit Padişah olunca Meşrutiyet yanlılarının bütün planları suya düştü. Son derce faris, basiretli ve uyanıklığının yanı sıra, oldukça zeki olan Abdülhamit, İktidara geldiğinde yaklaşık bir buçuk yılı aşkın bir süre hemen hiçbir şeye karışmadı. Ancak bu süreden sonra bir takım düzenlemeleri yapmaya çalıştı. Önce ‘Hafiye Teşkilat’ını kurdu.
Hafiye Teşkilatı nasıl çalıştı/çalıştırıldı yeterince bilmiyoruz. Bilinen bir gerçek varsa oda şudur; o dönemde Abdülhamit ve uygulamaları yeterince anlaşılamamıştır. Çünkü dönemin Batı yanlısı ‘aydın!’ diye bilinenlerle, ‘İslamcı’ diye tanınanların bir kısmı, uygulanan sisteme karşı çıktılar. Hatta M. Akif Ersoy bile “İstibdat” şiirini yazacak kadar ileri gitti. Sonra gene bunlardan bir kısmının, “Ulu Hakan”ı anlayamadıklarını itiraf edip, mezarı başında ‘ağıt’ yaktıkları dahi olmuştur.* Ama nafile!
Mustafa Armağan’ın: ‘Bu kısıtlayıcı (İstibdat) tutumun elbette eleştirilecek yanları vardır ama “güvenlik mi öncelikli, yoksa özgürlük mü?” sarmalına takılan bir aklın ikinci uca yani özgürlüğe meylettiği görülmemiştir.’ derken bir hususa dikkat çekmektedir o da güvenliğin tehlikede olduğu bir yerde, özgürlükten bahsedilemeyeceğidir. Ermeni komitacılarının hazırladıkları bomba suikastını düşünecek olursak, sıkı tedbir almanın gerekliliği daha iyi anlaşılacaktır.
BATIYA GELİNCE
O dönemde Batı’da demokrasi vardır denemez. Avrupa ülkeleri birkaç istisnasıyla, otoriter bir yapıya sahiptir. Biz bugün için buradan baktığımızda Abdülhamit’in idaresinde belki istibdat benzeri bir görüntü bulabiliriz. Oysa 19. Yıla baktığımızda Osmanlı Devleti, Rusya’dan İngiltere’ye, İtalya’dan Almanya’ya kadar pek çok devletin siyasi ve diplomatik kıskacında bulunuyordu. Her Allah’ın günü topraklarından bir parçasını daha kaybediyordu.
Dış ülkelerden gelen bu tehlikelerin yanı sıra, içerde de içten içe kaynamaların, hile ve desiselerin kendini hissettirdiği bir dönemdi. Abdülhamit böyle bir atmosferde iktidara geldi. 33 yıl ülkeyi bu şartlar altında idare etti.
1925 yılında çıkartılan “Takrir-i Sükûn” kanununu düşünelim; o zaman bu kanunla, ülkedeki muhalefeti en ağır şekilde susturmak hedefleniyordu. Bu kanun ki, her şeye muktedir olan Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından çıkartılmıştı. Dolayısıyla, yukarıda zikrettiğim ortamdan dolayı, Abdülhamit’in ‘Hafiye Teşkilatı’nı kurması ve jurnalci (İstihbaratçı) bir ekibi oluşturması, sıkıyönetim ve ciddi bir denetim uygulanmasını son derce makul görüyorum.
KENDİ DİLİNDEN O DÖNEM: (İstibdat)
Dinî ve sosyal, ciddi bilgi birikimine sahip olan Abdülhamit, neden katı tedbir aldığını şöyle ifade ediyor: ‘Tahta çıktığım sıralarda, hükümetin çevresinde hüküm süren bozuk hali düşündükçe tüylerim ürperiyor. Hele, Harbiye Nazırı (Milli Savunma Bakanı) olan Redif,ne karanlık adamdı! Rus harbi başladığı vakit hiçbir hazırlığı yoktu. Mithat ise, gizlice benim aleyhimde çalışmaktaydı. Gayesi beni adamlarına öldürtmekti. (Abdülaziz’i öldürttüğü gibi)
Hayatımı, bana sadık olanların uyanıklığına borçluyum. Başımdan geçenler, asabi en kuvvetli insanı dahi sarsmaya kâfidir. Bütün bu tecrübelerden sonra, ihtiyatlı olmama şaşmamak lazımdır.
Birçok insanın bu sinirli halimden faydalanmağa çalıştıklarını, hafiyelerin, jurnalcilerin alçak, namussuz insanlar olduklarını, dinimizin de müzevirleri tel’in ettiğini gayet iyi biliyorum. Fakat geniş bir haber alma teşkilatı kurmamış olsaydım, etrafımı saran tehlikelere karşı kendimi korumam kabil olamazdı. Kaldı ki diğer devlet Başkanları da benzeri tedbirleri almıyorlar mı?’
Bu tespitin ardından Batıda tahsil görmüş, farmasonlar (Franka – Mason) ilgili de şunları söylüyor:‘… Bunlar büyük bir gayretkeşlikle, halkın hiçte anlamadığı yenilik fikirlerini yaymaya çalışıyorlar. Hâlbuki bizde büyük kütle, hürriyet fikirlerine karşı tamamıyla bigânedir. Bunlarla beraber hareket etmek isteyenler, memleket haricinde uzun zaman kaldıkları için köklerinden kopan ve cila gibi sathi bir Avrupa tahsili görmüş olan bir avuç insandan ibarettir. Avrupa’da tahsil görmüş bu insanlar, memlekete döndüklerinde, halkın kendilerinden ne beklediğini bilemezler. Osmanlıyı “medenî bir memleket haline getirebilmek için garp (Batı) fikirlerini yaymaya çalışırlar.” Bu ne feci bir basiretsizliktir!
Muhakkak olan bir şey varsa, memlekette ve ordu içinde ayrılık ve itaatsizlik tohumlarını ektikleridir. Güç ve kudretimizi zayıflatabilmek için, İmparatorluğumuzun dâhilinde, sözde hürriyet fikirlerini yaymak isteyen İngiltere’nin hesabına çalıştıklarının farkında bile değillerdir. İfsat edilen bu Türklerin, “müstebit”i, yani beni devirebilmek gayesiyle, Yunanlılarla, Bulgarlarla iş birliği yaptıklarını görmek, bana pek elim gelmektedir. Yarabbi! Bu zavallı akılsızlar beni ne kadar tanımamışlar ve Osmanlı İmparatorluğunun lehinde olan şeylerden ne kadar bihaberler!’(Siyasi Hatıratım, II. Abdülhamit, s.96-98)
Görüldüğü gibi, eğer Abdülhamit 33 yıl gibi uzun bir süre, Devlet-i Aliye’yi yönetebilmişse, bunda aldığı tedbirlerin ciddi rolü olmuştur.
Bizimkiler her ne kadar anlamasalar da, modern Almanya’nın kurucusu Bismark: “Avrupa’da Sultan Abdülhamit, hasta bir adam telakki ediliyor. Bence Haliç sahillerinde yaşayan pek çok diplomattan daha üstündür. Kendisine haksızlık edildiği kanaatindeyim.” Demek suretiyle hakkı teslim etmektedir. Kendi değerimizi anlamak ümidiyle…
KAYNAKLAR:
Büyük Türkiye Tarihi, C.7, Yılmaz Öztuna, Ötüken Yay. İst. 1978
Kısa Türkiye Tarihi 1800-2012, Prof. Dr. Kemal Karpat, Timaş Yay. İst. 2012.S.68.82
Çadırdan Saraya, Saraydan Sürgüne; OSMANLI, Nazım Tektaş, Yeni Şafak Kültür Armağanı
Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, Samiha Ayverdi, C.3
*Abdurrahman Şeref, Saltanat günlerinde, Baki’nin: (Ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzur) mısraını okuyanlardan birçoğunun cenaze namazında;
Kadrini seng-i musallada bilüp ey Bâki
Durup el bağlayalar karşında yârân saf saf
“Kaç zamandır gelmemişken yâda biz,
İşte geldik senden istimdada biz,
Padişahım hasret olduk eski istibdada” Süleyman Nazif
****
“Tarihler adını andığı zaman
Sana hak verecek ey koca Sultan,
Bizdik utanmadan iftira atan
Asrın en siyasî Padişahına” Rıza Tevfik