HAFIZA-YI BEŞER-OSMANLI EDEBİ

İslam Tarihi içerisinde Osmanlı Devrinin hususi bir yeri vardır. Âlimlerin beyanına göre asr-ı saadetten sonra İslâm’ın ve İslam edebinin padişahından teb‘asına kadar en güzel yaşandığı devir Osmanlı devridir. Yapılan onca tahribata rağmen hâlâ ecdadımızdan miras kalan kırıntılar bizleri farklı kılmaktadır. Hacca giden hüccâc, orada Türklerle diğer hacıları mukayese edince bu fark daha açık bir şekilde görülmektedir. Kaybettiğimiz, bir mirasyedi hoyratlığı ile tükettiğimiz güzellikler ise daha fazladır.
Kuran’a ve Rasulullah -sallalahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e olan edeb ve muhabbet Osmanlı insanındaki edeblerin ve muhabbetin en güzeli idi. Osman Gazi’nin Kur’ân bulunan bir odada ayağını uzatarak yatmaktan hayâ etmesi, Hicaz bölgesini Osmanlı sınırlarına dâhil eden Yavuz’un hutbedeki hatibin “Hâkimül Haremeyn” sözünü “Hâdimül Haremeyn” olarak tashih etmesi ve kutsal emanetleri İstanbul’a getirince başlarında 40 hâfızla kesintisiz Kur’an kıraat ettirmesi, Yavuz’dan itibaren Osmanlı padişahlarının sarıklarına süpürge sorgucu takması ve Harameyn’i süpüren hizmetlilerin maaşlarını devlet hazinesi yerine bizzat şahsi paralarından vererek kendilerini Harameyn’in hizmetçisi olarak görmeleri, Medine postasını ayakta abdestli olarak dinlemeleri, Mescid-i Nebevînin inşaatı esnasında ruh-ı Resul sesten rahatsız olmasın düşüncesiyle çekiçlerin ucuna keçe bağlatmaları, Hicaz Demiryolu’nu yaptıran Abdülhamid Han’ın Medine İstasyonunu şehrin kenarına yaptırması ve rayların altına keçe döşetmesi… Bütün bunlar Osmanlı padişahlarının Kur’ân’a ve Rasulullah -aleyhisselatu vesselam-’a olan edeb ve muhabbetlerinin birer numuneleridir.
“Üslûb-ı beyan aynıyla insandır” demişler. Mimariden sanata, ev düzeninden kıyafetlere kadar zevk-i selim ile İslamî hassasiyetleri mezceden ecdadımız, beyanlarına da aynı güzel üslubu yansıtmışlar. IV. Murad devrinde bir sel baskını sebebiyle Kâbe’nin iki tarafında çöküntüler meydana gelir. Tamir için gerekli tespitleri yapan Mimarbaşı Rıdvan Ağa çöken yerleri ifade ederken yüreğindeki İslam edebi sebebiyle “yıkılma, çökme” gibi tabirleri kullanamaz, “Kâbetullah’ın falanca falanca kısımları semt-i sücûda (secde yerine) varmıştır” diyerek vaziyeti bildirir.
Ecdadımız “Söz dua yerine geçer” inancı ile lisanlarını menfi sözlerden temizlemişler. Mesela ince giyinen birine “Üşütürsün, hasta olursun.” yerine “Üşütmeyesin, hasta olmayasın.” demişler. Tehlikeli yerlerde dolaşan bir çocuk görseler “Düşersin lan, çabuk in!” kabalığı ile konuşmayıp “Aman evladım, düşmeyesin, aşağıya gel.” şeklinde nazik bir üslup benimsemişler. Tekkelerde veya medreselerde sabah namazına çağırırken kaba ve haşin bir üslupla değil; yastığa hafifçe dokunup “Agâh olunuz efendim!” nezaketi ile seslenmişler. Allahu Teâlâ her şeyi güzel yaratmıştır. Her nimet güzeldir, değerlidir. Bu sebeple eskiler “beğenmedim”, “güzel değil” veya “çirkin” gibi kelimeleri kullanmazlar, yeteri kadar güzel bulmadıkları kişileri, nesneleri, yiyecek veya içecekleri ifade etmeleri gerekirse “Güzelliğinin kemâlinde değil.” diyerek meramlarını aktarırlarmış.
Ağızlarına kötü kelimeleri almadıkları gibi kötü çağrışımları olan kelimeleri dahi kullanmaktan kaçınmışlar. Mesela “Işığı söndür.”, “Ocağı söndür.” yerine “Lambayı dinlendirelim.”, “Ocağı dinlendirelim.”, “Kapıyı ört!” yerine “Kapıyı sırlayalım.” demişler. Yön tayin ederken bile “Kalbe doğru yönelelim, kıble istikametinde gidelim.” şeklinde içerisinde manevi nasihatler de barındıran kelimeleri tercih etmişler. Günümüzde ise “Yolcu etmek, uğurlamak” kelimeleri yerine “Savuşturmak” kelimesinin kullanıldığına esefle şahit olmaktayız.
İletişim sadece söz ile olmaz. Zaten çok konuşmak zemmolunmuştur. Atalar “Çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz.”, “Sükûtu’l-lisan selâmetü’l-insan.” demişler. Bu sebeplerle eskiler sembollerle de iletişim kurmuşlar. Mesela bir evin penceresinde “sarı çiçek” varsa “Bu evde hasta var.” anlamına gelir. O civardan geçen seyyar satıcılar bağırmaz, o civarda oyun oynayan çocuklar da oynamak için başka bir yere giderler. Bir evin penceresinde “kırmızı çiçek” varsa “Bu evde evlenme çağında bir kız var” anlamına gelir ve o bölgedekiler onun kalbini ve ruhunu incitebilecek sözler konuşmazlar. Bir evin kapısında “ay-yıldız” takılı ise o evden hacca giden birisi var anlamındadır ve oradan geçenler “Allah gitmeyenlere de nasip etsin.” şeklinde hayır dualar ederler.
Kapılardaki tokmaklar da yine Osmanlı Edebinin ve nezaketinin birer sembolleridir. İç içe iki halkadan oluşan tokmaklardan içteki ince ve tiz sesli olanını kapıya gelen bayanlar, dıştaki kalın ve tok sesli olanını ise erkekler çalardı. Böylece eve gelen bayanları evin hanımı, beyleri ise evin erkeği karşılardı. Eve gelen misafirlerin ayakkabıları şimdiki uygulamalar gibi ters çevrilmez, ayakkabının ucu eve bakardı. Bu hem gelen misafirden memnun kalındığını gösterir hem de misafir evden çıkarken yönü ev sahibine dönük olurdu.
Osmanlı bir vakıf ve infak medeniyetiydi. Yapılan infaklarda da son derece üstün bir ahlak ve edeb temaşa ediliyordu. Sadaka taşlarından, diş kiralarına kadar ihtiyaç sahibini rencide etmemek için bütün tedbirler düşünülüyordu. Osmanlı’da adetler de hep infak temelli idi. Ramazan geceleri teravihten sonra şerbet dağıtılması, kandillerde konu komşuya helva ikram edilmesi, Muharrem ayında sarayından tekkesine kadar her yerde aşure dağıtılması vs. hep infak ve ikram temelli adetler idi.
Ayrıca göz hakkına son derece riayet edilirdi. Alınan ekmek bile sarılıp eve öylece getirilirdi. Fırında pişirtilen börekten evvela fırın çalışanlarına ikram edilir, sonra güzelce sarılıp eve getirilirdi. Alınan gıdaların görüntüsünden ve kokusundan dolayı insanlar imrendirilmez, görenlere veya kokusunu alanlara da mutlaka ikram edilirdi. Günümüzde ise vitrinlerde teşhir edilen kızarmış tavuklar, süslü baklavalar vs. hep üzerinde göz hakkı kalan gıdalar olarak yiyenlere de huzur getirmiyor.
Akla “Osmanlı insanı hep mi böyle mükemmeldi, hiç mi kötülük yoktu?” şeklinde bir soru gelebilir. Elbette o zaman da kötülükler oluyordu. Fakat toplumun ekserisi güzel bir hayat yaşıyordu. Tek tük vuku bulan kötülükler de konuşulmuyor, dillendirilmiyordu. Çünkü kötülüklerin şuyuu vukuundan daha beterdir. Günümüzde medya, kötülükleri ve ahlaksızlıkları gözler önüne sererek kötülüğe temayülü olan insanları cesaretlendirmekte, onlara adeta fuhşiyatın yollarını tarif etmektedir.
Osmanlı’nın kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte 27 Ocak 1299 kuruluş tarihi olarak kabul edilmektedir. Kuruluş yıllarından itibaren maddi yapıyı maneviyat ile destekleyen Osmanlı, 624 yıl bu sağlam yapı ile payidar olmuştur. Medreseler, tekkeler, âhilik teşkilatı gibi teşkilatlanmalar ve vakıflar toplumun manevi yapısını ilmik ilmik dokuyan müesseseler olmuşlardır. Osmanlı adeta bir vakıf medeniyeti idi. Bugün de toplumumuzdaki güzellikleri Allah için kurulan vakıflara, derneklere, ilim ve eğitim yuvalarına borçluyuz. Tekrar dirilmek ve o izzetli günlere kavuşmak istiyorsak bir taraftan nefsimize ve çevremize İslam edebini telkin etmeli bir taraftan da Allah için kurulan sivil toplum teşekküllerine yardım etmeli, oralarda hizmet etmeliyiz. Allah Teâlâ nusretini üzerimizden eksik etmesin. Amin.