CİHAD DERSLERİ- Ezân-ı Muhammedî

CİHAD DERSLERİ- Ezân-ı Muhammedî

Hz. Peygamber efendimizin Mekke’den Medine’ye hicretinin birinci yılında (622) veya bir rivayete göre ikinci yılında (623) meşrû kılınan, yani dinde yerini alan ve ilk defa Hz. Bilâl-i Habeşî radiyallahu anh tarafından okunan Ezân-ı Muhammedî, bugüne kadar kesintisiz okunmuş ve inşâallah kıyâmete kadar okunmaya devam edecektir. Mekke’den Medine’ye, Medine’den Arap yarımadasına, oradan da bütün dünyaya yayılan İslâm Dini, gittiği yerlere ezân ile damgasını ve mührünü vurmuştur. Ezân, dinin şiârıdır yani alâmetidir. Müslümanların hürriyetlerinin sembolüdür. Fethedilen yerlerde ilk yapılan iş ezân okumaktır.

Ezân-ı Muhammedî’nin okunması, İslâm dünyasında fetih ve zaferlerin vazgeçilmez bir unsuru olmuştur. 630 yılında Mekke’yi fetheden ve Kâbe’yi putlardan temizleyen Hz. Peygamber, hemen Hz. Bilâl’e ezan okumasını emretmiş; o da Kâbe’nin damına çıkarak ezân okumuştur. Mekke’nin fethinden sonra ele geçirilen her beldede yapılan ilk uygulamalardan biri, fetih müjdesini her tarafa duyurmak üzere yüksek bir yerde ezân okumak olmuştur. Dîvân şâiri ve aynı zamanda sultânu’ş-şuarâ yani şâirlerin sultanı olan Bâkî’nin (1526-1600) meşhur Kânûnî Sultan Süleyman Mersiyesi’ndeki şu beyti, bu tarîhî uygulamanın dîvân şiirine aksetmiş bir ifadesidir:

“Aldın hezâr bütgedeyi mescid eyledin,

Nâkûs yerlerinde okuttun ezânları.”

Beyitte geçen ‘hezâr’ bin demek, ‘bütgede’ puthâne demek, ‘nâkûs’ da çan demektir. Şâir olmanın ötesinde büyük bir İslâm âlimi olan, Osmanlı medreselerinde müderrislik yapan, kadılık ve kazaskerlik makamlarında bulunan, bir zaman da adı Şeyhulislâmlık makamı için geçen Bâkî, Kânûnî Sultan Süleyman’ın ölümü üzerine yazdığı mersiyede onu methederken diyor ki: “Binlerce puthâneyi alıp mescit yaptın ve çan çalınan yerlerde ezânlar okuttun.” Evet, fethettikleri toprakları câmi kubbeleri ve minâreler ile süsleyen ecdâdımız, Hz. Bilâl’in temsilcisi olan müezzinlerle ezân sesini en ücra yerlere ulaştırmışlardır. Allah, onlardan razı olsun. Âmin!

Ecdâdımızın güzel sesli müezzinleri, ezân sesleri ile gök kubbeyi heyecana getirirken edib ve şâirleri de ezân hakkında şiirler ve yazılar yazarak bu koroya katılmışlardır. Son dönem şâirlerimizden Mehmed Akif’in, Tevfik Fikret’in, Yahya Kemâl’in, Mithat Cemal Kuntay’ın, Aka Gündüz’ün ve Ziya Gökalp’in ezân hakkında güzel şiirleri vardır. Tevfik Fikret, dînî hislerinin kuvvetli olduğu gençlik yıllarında “Sabah Ezânında” adlı on iki mısralık bir şiir yazmıştır. Dînî hislerini kaybettiği hayatının sonlarına doğru Mehmed Akif’e yazdığı bir reddiyedeki;

“Ben de âşıktım ezân nağmesine,

Bir koşardım ki, Allah sesine.”

beytinde ezânın kendi üzerinde bıraktığı etkiyi belirtmektedir. Ezân’ın toplum hayatında taşıdığı mânâ üzerinde ayrı bir dikkat ve ilgiyle duran Yahya Kemal;

“Emr-i bülendsin ey ezân-ı Muhammedî,

Kâfi değil sadâna cihân-ı Muhammedî”

beytiyle başlayan “Ezân-ı Muhammedî” adlı gazelinde cihan semâlarını inleten ezânı düşünerek fetih duyguları içinde ezânla fetih ve zafer arasında ki münasebeti ortaya koyar. Onun “Ezân ve Kur’ân” ve “Ezânsız semtler” adlı makaleleri gençlerimiz tarafından muhakkak okunmalıdır. Ayasofya minârelerinden okunan ezân ile Hırka-i Saâdet dairesinden okunan Kur’ân’ı onun kadar kim anlatabilir? Hiç kimse anlatamaz.

Ziya Gökalp’in 1908 yılında Diyarbakır’da “Köylü Şiirleri” başlığı ile kaleme aldığı şiirler arsında bulunan on dört mısralık ‘Ezân manzûmesi’ ezân sesinin millî ve manevî değerler arasındaki yerini belirlemeye yönelik didaktik (yönlendirici, mesaj verici, öğretici) bir parçadır. Ziya Gökalp, Osmanlılık idealini taşıdığı o dönemlerde yazdığı bu şiirde, ezânı “büyük asrın (asrısaadetin) sesi” olarak nitelendirmiş, onun dînî, tarihî ve İslâm dünyası için evrensel mânâsını;

“Okunurken ezân sanır her vicdan,

Cebrâil’dir gelmiş Bilâl ağzından;

Bütün İslâm dünyasına seslenir.”

mısralarıyla dile getirmiştir. Bu şiirde ezânı bütün Müslüman milletlerin Hz. Peygamber dönemiyle, hatta -Cebrâil motifini kullanarak- metafizik âlemle bağ kurmasını sağlayan ortak bir değer, duyuş ve şiâr olarak anlatıyordu. Ancak Selanik’e yerleşmesinin ardından başlayan Türkçülük ve Turancılık dönemi, kendisinde olumsuz değişmelere sebep oldu. On yıl sonra, 1918’de, Türkçülük ideolojisi doğrultusunda yazdığı “Vatan” adlı şiirinde ise şöyle demektedir;

“Bir ülke ki, câmiinde Türkçe ezân okunur.

Köylü anlar manâsını namazdaki duânın.

Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur’ân okunur,

Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüdânın.

Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın.”

Görüyorsunuz değil mi, aydın savrulmasının insanları nerelere sürüklediğini? Hele devamını okuyun, bakın neler göreceksiniz. Ziya Gökalp’in bu fikirleri Cumhuriyeti kuranlar tarafından benimsenmiş ve ibâdetin Türkçeleştirilmesi için adımlar atılmıştır. 10 Nisan 1928’de, Anayasanın ikinci maddesinde yer alan “Devletin dini, din-i İslâm’dır” ibâresi kaldırılınca ezânın Türkçe okunması işi de gündeme alınmıştır. 1932 yılında da uygulama başlatılmış ve ezânın aslî lafızlarıyla okunmasına yasak getirilmiştir. 1950 yılına kadar on sekiz yıl bu ülkede câmiler, minâreler ve Müslümanlar mahzûn kaldılar; ezân sesinden mahrûm kaldılar. Bu dönem, İsmet Özel’in;

“Binlerce yılın yabancısı bir ses,

Değdi minarelere: ‘Tanrı Uludur.’

Polistir babam, Cumhuriyet’in kuludur.” mısraları ile edebiyata yansımıştır.

1950 seçimlerinde tek başına iktidara gelen Adnan Menderes hukûmeti, çıkardığı ilk kanunla 16 Haziran 1950’de Ramazan ayının arefesinde ezânın okunması serbest bırakıldı. Bu yasağın kaldırılması ve ezânın aslî lafızlarıyla okunmasının serbest edilmesi ile yurdun her tarafında insanlar bayram ettiler. Demek ki, yasaklar iktidara gelir gelmez kaldırılabiliyormuş. Dine karşı olan insanların koydukları her türlü yasağı kaldıran idarecilerden Allah razı olsun. Âmin!

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.