Allah İçin Vermek

Güneş tam tepedeydi. Hava aşırı sıcaktı. Çok yorulmuş ve bitkin düşmüştü. Gölgelik bir yer bulup dinlenmek istiyordu. Daha bir günlük yolu vardı. Az ileride ağaçlık bir yer gördü. Oraya gidip ağacın gölgesine uzandı. Tam uykuya dalmıştı ki, “Yusuf’un bahçesini sula!” diye duyduğu bir sesle irkilip uyandı. Herhalde rüya görüyorum, deyip tekrar uykuya dalmaya hazırlanırken aynı sesi duydu. Sesin geldiği yöne bakındı. Ses yukarıdan geliyordu. Kafasını kaldırdı, yağmur yüklü bulutu gördü. Bu güneşli havada bu bulut da neyin nesiydi? Ses kime aitti? Yusuf kimdi? Merakını gidermek amacıyla hayret ve korku içinde bulutu takip etti. Esrarengiz bir ses, buluttan Yusuf’un bahçesini sulamasını istiyordu. Bulut önündeki tepenin arkasındaki yere taşıdığı yağmuru boşaltıyordu. Tepeyi aştığında bahçede bir adam gördü. Adama yaklaşıp selam verdi ve adamla konuşmaya başladı. Adamın adı Yusuf’tu. Bu adam ne yapmıştı da Allah Teâlâ’nın hususi bir yardımına hak kazanmıştı.
Adam, başından geçenleri tek tek Yusuf’a anlattı. Yusuf:
– Sen hele gel, önce karnını doyur. Susamışsındır, su iç. Sonra ben sana her şeyi anlatırım, dedi.
Adam karnını doyururken Yusuf da anlatmaya başladı:
– Ben yıllardır bahçe işiyle uğraşan biriyim. Şu gördüğün bahçeyi eker, biçer, maişetimi onunla kazanırım. Bir konuda aşırı hassasımdır. Bahçemden elde ettiğim ürünü üçe bölerim. Birini fakir ve sizin gibi yolu buraya düşen yolculara ayırırım. İkinci kısmından ailemle beraber istifade ederim. Geri kalan kısmı ise bahçeye tekrar tohumluk yapmak üzere saklarım.
Adam işin sırrını şimdi kavramıştı. Demek ki Yusuf’un bu taksiminden Allah Teâlâ razı olmuştu. Özellikle malın üçte birinin Allah yolunda infak edilmesi Allah Teâlâ’nın bu yardımına sebep oluyordu.
Var olan her şeyin gerçek sahibi Allah Teâlâ’dır. Rabbimiz, yerde ve gökte bulunan bütün varlıkları, yüce katından bir lütuf ve bağışlama olarak, insanın hizmetine vermiştir. Allah Teâlâ, bunu, kullarından dilediğine verip dilediğinden alacağını da Kur’an ayetlerinde bize haber verir. Kendilerine mal ve mülk verdiği insanları başıboş bırakmadığını, onlara malları ile ilgili sorumluluk yüklediğini ve görev verdiğini beyan buyurur. Görev ve sorumluluğun, Allah Teâlâ tarafından bir emanet olarak verilen mallardan bir kısmının başkalarına verilmesi olduğu Kur’an ayetlerinden anlaşılmaktadır.
“O kimseler ki, gayba inanırlar, namazı gereği gibi kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler (başkalarına verir ve yedirirler) …İşte böyle kimseler, Rablerinden olan doğru yol ve hidayet üzeredirler ve bunlar azabdan kurtulup sevaba erenlerdir.” (Bakara, 35 )
Ayet-i kerimede iman ve namazdan hemen sonra “infak” emredilmiştir. Bunun kime, nasıl ve ne ölçüde verileceği Kur’an-ı Kerim’de iki yüze yakın ayet-i kerimede izah edilir. İnfak Allah Teâlâ’nın verdiği malın meşru bir şekilde elden çıkarılması, başkalarına verilmesidir. İnfak farz, vacip ve mendup şekilleriyle karşımıza çıkar. Farz olan infak zekât, vacip olan infak fitredir. Bunlar dışında Allah Teâlâ’nın isteği doğrultusunda yapılan her türlü hayır hasenat ve güzel işler mendup olan infak cinsinden sadakadır.
İman dinin temeli, namaz dinin direği, zekât ise dünyadan ahirete kurulan bir köprüdür. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: “Üç şey ölünün arkasından mezara kadar gider: Ailesi, malı ve ameli. Bunlardan ikisi geri döner, birisi kalır. Dönenler ailesi ile malı, kalan da amelidir.” (Riyazü’s-Salihin, 1, 139)Dünyada kalacak malımızı Allah Teâlâ’nın emrine göre kullanır ve harcarsak ahirete uzanan geçide sağlam bir köprü kurmuş oluruz.
Zekât, mal ile yapılan mecburi yardımdır, dini bir vecibedir. Fakat mal ile yapılacak yardım zekâttan ibaret değildir. Ayet ve hadislerde zekâtın dışında, sadaka olarak başkalarına yardım etmemiz söylenmektedir.
“Hayır ve iyilik yapmak hususunda birbirinizle yarışınız.” (Bakara, 148 )
Allah Teâlâ için yapılan bütün iyiliklerin adı sadakadır.
“Takva, yüzlerinizi doğuya ya da batıya doğru çevirme değildir. Lakin takva Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden, sevdiği malını Allah’ı hoşnut etmek için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalan gariplere, isteyenlere ve boyunduruk altında bulunup hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve esirlere veren, namazı hakkıyla ifa edip zekâtı veren, sözleştiği zaman sözlerinde duran, hele hele sıkıntı ve hastalık hallerinde, savaşın şiddetleri esnasında sabreden kimselerin davranışlarıdır. İşte onlardır imanlarında samimi olanlar ve işte onlardır her türlü fenalıktan korunan takvalılar!” (Bakara, 277 )
“Ey Rasulüm, neyi nafaka olarak vereceklerini sana soruyorlar. De ki: Maldan vereceğiniz şey, ana-babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların, yolcunundur. Hayır olarak daha her ne yaparsanız Allah Teâlâ onu bilir ve mükafatını verir.” (Bakara, 215)
“Yarım hurma bile olsa ( sadaka vererek ) kendinizi cehennem ateşinden koruyunuz.”
Malda fedakârlığın dereceleri vardır. Birinci derece Hz. Ebubekir radıyallahu anh gibi malının tamamını Allah yoluna vermektir. Tebük seferinde Müslümanlar mallarını Allah yolunda harcamak için yarışa girmişti. İşte o zaman malının tamamını âlemlerin efendisine getiren Hz. Ebubekir, efendimiz tarafından kendisine yöneltilen “Ya Ebubekir! Çocuklarına ne bıraktın?” sualine “Allah ve Rasulünü”cevabını vermişti. Bu seçkinlerin âdetidir. Kim Hz. Ebubekir gibi olabilir? Ama mümin bunu kendisi için hedefleyebilir, kalbini mal, can, dünya sevgisinden arındırarak bir gün o makama yükselebilir.
İkinci derece zekâtın dışında, malın fazlasını da Allah yolumda harcamaktır. Hz. Osman, Hz. Abdurrahman bin Avf ve benzerleri gibi.
Hz. Ali’nin ağabeyi Cafer bin Ebu Talib’in oğlu Abdullah, sıcak bir günde bir kabilenin hurmalığına inmişti. Abdullah burada dinlenirken, hurmalıkta çalışan köleye, yemek vakti üç parça ekmek geldiğini gördü. Adam ekmeklerden birini tam yemek üzereyken açlığı her halinden belli bir köpek belirdi. Köle elindeki ekmeği köpeğin önüne attı. Köpek ekmeği yedi. Köle ekmeğin kalan iki parçasını da köpeğe yedirmişti. Köle kalkıp, yeniden işine döneceği sırada, olup biteni izleyen Abdullah, yaklaşıp sordu:
– Ey köle, bugünkü yiyeceğin ne kadardı? Köle:
– İşte üç parça ekmek.
– O halde neden kendine hiç ayırmadın?
– Baktım ki, hayvan çok aç. O halde bırakmak istemedim.
– Peki, sen ne yiyeceksin şimdi?
– Oruç tutacağım.
Bunun üzerine, Abdullah bin Cafer, kölenin sahibini bularak bu hurmalığı içindeki köleyle birlikte satın alır. Sonra köleyi azat eder ve hurmalığı da kendisine hediye eder.
Cömertliğiyle meşhur Abdullah bin Cafer, kendisinden daha cömert birini tanıyıp tanımadığı sorulduğunda bu olayı anlatır. “Ama o, köpeğe sadece üç parça ekmek vermiş; sense ona koskoca bir hurmalığı ve hürriyetini vermişsin” denildiğinde şu karşılığı verir: “O, elindeki her şeyi verdi; ben ise elimdekinin bir kısmını…”
Bir mü’min, biçareler, sıkıntı çekenler, fakir ve muhtaçlar karşısında böyle davranmalıdır. Duyarsız ve duygusuz olmamalıdır. Fakirlere, muhtaçlara, kimsesizlere, zayıflara karşı kalbinde merhamet olmayan insan, Allah nazarında makbul insan değildir.
Bugün bakıyoruz ki dünyanın dört bir yanında Müslüman kardeşlerimizin yaralarını saran, onların dertleriyle dertlenen, nerede zalimler karşısında mazlum konumuna düşmüş varsa, Müslüman olsun olmasın, insanlık namına yardım elini uzatan kurum kuruluş ve gönüllülerine dil uzatanların ve insanları Allah yolunda hayırdan uzaklaştıranların vay haline.
Bir kısım insanlar da sadece zekâtı ve sadakayı fıtrı vermekle yetinirler, onun dışında hiçbir hayır yapmazlar. Bu mal fedakârlığındaki derecenin en aşağısıdır. Hiç değilse bir mümin, birinci, ikinci dereceye ulaşamasa da, bir üçüncü dereceye ulaşmalı, malının zekâtını verdikten sonra zaman zaman fakir ve muhtaçlara, hayır müesseselerine yardımcı olmalıdır.
İnsan malı sever. Hiç bitmeyecek olan gönül zenginliği yerine mal zenginliğini ister. Gözünü hırs bürümüştür. Bu hırs bir şeye sahip olma duygusudur. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem “Âdemoğlunun iki vadi dolusu malı olsa, üçüncü vadiyi de ister. Âdemoğlunun iç boşluğunu ( ihtiraslı gönlünü ) topraktan başka bir şey dolduramaz. Şu kadar ki, bu ihtirastan tövbe eden kişinin tövbesini Allah kabul eder.” sözleriyle insanın bu ruh halini ortaya koymuştur. İnsandaki bu mal sevgisinin ömür boyu devam ettiğini peygamberimiz sallallahualeyhi ve sellem bize şöyle haber veriyor: “Yaşlı kimsenin kalbi iki şeyi sevmekte daima gençtir: Uzun hayat isteği ve mal sevgisi.”
“Şeytan sizi, fakir olacaksınız diye korkutur, size cimrilik ve sadaka vermemekle emreder. Allah ise lütfundan bir mağfiret ve fazla üstünlük vaat ediyor.” (Bakara, 167)
“Allah’ın fazlından kendilerine verdiği şeye cimrilik edenler, hiçbir zaman onu kendilerine faydalı sanmasınlar. Aksine bu kendileri için bir şerdir. Onların cimrilik ettikleri şey kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Ali İmran, 180)
Müslüman mal hırsını yenerek, şeytanın aldatması ve cimrilik duygusunu alt ederek, Allah’ın katından bir ihsan, bir lütuf, bir inayet, bir nimet olarak verdiği maldan Allah ve Rasulü’nün yolunda harcayarak kendisine bahşedilen nimetin kadrini bilmiş, şükrünü eda edebilmiş ve Allah’ın rızasına ulaşmış olur.
Allah israfa haram demiş, çalışmayı tavsiye etmiş, sadakayı teşvik etmiş, başkalarını (mü’min kardeşini) kendi nefsine tercih etmeyi övmüş.
Malın şükrü, sahibinin istediği doğrultuda harcamak ve israf etmemekle olur. Malda iktisat etmek, ihtiyaç sahiplerine cömertçe vermek Allah’a şükretmektir.
Kulluk vazifesinin bir gereği olarak Allah’ın mülkünden bahşettiklerinden yine Allah’ın kullarına verebilmenin huzurunu nasip eyle ya Rabbi…