İMBİK – Yirmi Sekiz Rekât Namaz

İMBİK – Yirmi Sekiz Rekât Namaz

İftarda yemeği fazla kaçırmıştı. İki şişe soda içtiyse de karnının şişliği henüz inmemişti. Akşamki yemekler mutat olandan farklı idi. Nasıl farklı olmasın, hanımının hiç hoşlanmadığı eltisi misafir olmuştu. “Elti eltinin kuması” derlerdi de pek aldırmazdı. Ancak evlenince bu sözün ne denli gerçek olduğunu kavramıştı. Yemeklerin kalitesinin hane halkının ortalama zevkinin üzerine çıkması gerekiyordu bu akşam. Hem seçerken, hem pişirirken ayrı bir ihtimam gösterdi hanımı. Yayla çorbası, sulu köfte yanında eşinin özel günlerde elini hamura bulaştırarak zahmet ettiği Kayseri mantısı da çıkmıştı. Börekler, tatlılar, yaprak sarması da cabası.

Ayrıca yemekler yer sofrası yerine, neredeyse aylardır hiç kullanılmayan yemek masasında ikram edilmişti. Dolabın üst raflarında saklanılan, Kütahya işi porselen tabaklar, özel kaşıklar, çatallar, hiç kullanılmayan tuzluklar servis hizmetine amade kılınmıştı. Bütün bardaklar göz alıcı, allı güllü, cafcaflı, pırıl pırıldı. Evde böyle eşyaların olduğunu hane reisi olarak yeni fark ediyordu Veysel. Neyse sonuçta güzel bir iftar ziyafeti çekilmişti. Beğenmedi değil. “Nedense kadınlarımız” dedi “ya çok sevdiklerine önem veriyorlar ya da çekindiklerine.”

Ağabeyi ve küçük kardeşi de hallerinden memnun idiler. Kahveler içildikten sonra teravih hazırlıkları yapılmıştı. Yapıldı yapılmasına ama Veysel’in karnının şişliği ne olacaktı? Böyle düşünürken, bir soda daha içmeye yeltendi. Vazgeçti. “Herkes hazırsa haydi çıkalım !” dedi.

Kardeşleri, oğlu ve iki yeğeni arabaya sıkıştılar. En küçük yeğeni Batuhan’ın sıska olması ikinci arabaya ihtiyaç hissettirmedi.

Küçük kardeşi Melih, teravih namazını Ulu Cami’de kılmayı teklif etti. Yemeğin verdiği rehavetten olsa gerek karşı çıkmak yerine “he he, olur” diyerek kabul ettiler teklifi. Caminin önünde uygun bir park yeri bulamadılar. Lisenin batı tarafı çoktan dolmuştu. Üç Yıldız Otel’in önünde iğne atsan yere düşmeyecek bir araba kalabalığı vardı. Derken Gâvurlar Mahallesi’nde zar zor bir arabalık yer bulabildiler. Nihayet bu telaş ile imamın “Allahu Ekber” sözüne yetişip camiye girebildiler.

Yatsının farzına niyet edip arka saflarda boş buldukları yerlere geçerek imama uydular. Veysel namaza durunca Fatiha’yı dinlemeye başladı. Biraz sonra aklına gelen fikre hâkim olamadı ve “Tüh yav, Melih’in teklifini kabul etmeseydik yatsının sünnetini de subhanekeyi de kaçırmazdık. Arkadaş bu belediye de şu park meselesini bir türlü halledemedi.” diye düşündü. Kıyam halinin ortasında nasıl oldu ise gözleri caminin halılarına odaklandı. İmam tam bu sırada, Fatiha’nın “gayril mağdubi aleyhim” kısmını okuyordu. “Halıların yeknesak olmaları faydalı mı idi? Ulu Cami neyse de diğer camilere tek renk, tek desen halı serilmesi hoşuna gitmemişti. Oysa Taşpınar halılarının renkleri ve desen zenginliği cemaate huzur verebilirdi. Hem bu kültür geleneği camilerde de sürmeli idi. Şimdi bakıyorsunuz serilen halılara -kimi camilerde rastgele seçilmiş- sadece renklerin uyumsuzluğu hâkimdi.”

”Veledallin” dedi imam. Veysel cemaatle beraber “amiin” diyerek düşüncelerinden sıyrıldı. Zammı sureye geçildi. Başını hafifçe kaldırdı. Tam karşına denk gelen avizeye bakmaya başladı. Avizenin metal kısmı neden koyu renk tercih edilmişti! “Estağfurullah” dedi. “Her şeyden ben mi sorumluyum arkadaş?” diye düşündü.

Özgür Hoca’nın güzel sesine kulak vermeye gayret etti. O sırada “İnnema yestecibullezine yesmeun (Ancak dinleyenler cevap verir)” ayeti okunmaktaydı. -Ayetlerin anlamını bilmediğinden sadece dinlemekle yetinecekti, yine de kendini veremedi.- Bu sırada süslemelerdeki geometrik şekillere göz atmıştı. Hemen -dervişin fikri ne olursa zikri de o olur kabilinden- aklına büyük oğlu geldi. Ses vermeden içinden bir ah çekip düşünmeye başladı. “Ah oğlum, ah! Gittin veteriner çıkacağım diye sayısal çalışmakta ısrar ettin. Ne yaptın be oğlum! Hak edemedin işte! Bilmez misin bizim sülaleden sayısalcı çıkmaz. Mezuna kaldın aha! Sonraki sene yine kazanamadın! O kadar masraf yetmiyormuş gibi bir de evde huzursuzluk çıktı. Senin yüzünden annenle aramız bozuldu.”

“Allahu Ekber” sesi ile sıyrıldı. (Rükuya gidilmektedir.) Herkesle birlikte eğildi. Üç defa “Subhane rabbiyel azîm” dedikten sonra, tane tane “semi Allahu limen hamideh” diyerek cemaatle beraber doğruldu. Arkasından “Rabbena lekel hamd” demeyi unutmadı. Tekbir getirildi. Hep beraber secdeye vardılar. Alnını secdeye koyar koymaz yan taraftan fırtına gibi esen kokudan burnunu kurtaramadı! “Aman Allah’ım, bu nasıl bir sarımsak kokusu! Kesin Taşköprü sarımsağıdır. Ya, şu adamın yaptığına bak!Hiç mi hadis neyim duymadın mübarek! Ah Melih ah! Ne yaptın! Bu adamla yan yana namaz kılma cezasına müstahak mı gördün beni? Üstelik daha yatsının farzındayız. Teravih nasıl biter bu adamla yan yana! Nereli bu adam ya? Afgan mı, Suriyeli mi, yoksa köylü vatandaş mı?”

“Allahu Ekber” ile birinci secdeden kalktılar. İkinci secdeye gitmekte zorlandı. “Sarımsağı yemiş gelmiş! Böyle yapılır mı ya hu! Keşke başka bir camiye gitseydik!” diye düşünmeyi sürdürdü. “Allahu Ekber” (ikinci secde) Veysel’in dili secde dualarını okurken kendisinin de Kayseri Mantısı yediğini hatırladı. Kendisinin az sarımsaklı yediğini, yemekten sonra karanfil çiğnediğini aklına getirdi ve bunlarla teselli bulup biraz rahatladı.

Özgür Hoca Ulu Cami’nin her tarafına yayılan “Allahu Ekber” nidası ile cemaate “kalkıyoruz” komutunu verdi. Herkes tekrar kıyama durdu. Kıraate geçilirken, Veysel’in yirmi sekiz rekât namazı nasıl tamamlayacağı belli değildi.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.