Sarhoşu Sallamak-1

Bir vakitler düz bayırlı, gök denizli, bülbül sesli eşekler diyarında yaşayan bir çocuk varmış. Daha o doğar doğmaz gönüllere ferahlık, kalbe sürur veren bir çehreye sahipmiş. Sanki gözlerinden ateş saçan, zekâsının bedeninden taşacağı besbelli olan renkli gözlü, kızıl saçlı apak bir bebekmiş. Genç yaşta zekâsı ve imanıyla İstanbul’u fetheden Sultan Fatih’e benzesin diye ezana müteakip kulağına Fatih adını okumuşlar bir Cuma günü. İnsan ismiyle müsamma olur denir ama akıl, fikir, tahsil ne güne lazım olur ki? Şimdi sorarım size Nemrud’u, Rockfeller’i şeytan eden isimleri midir yoksa bu isimleri kötü eden adamlar mıdır? Babaları isimlerini Süleyman koysa peygamber mi olacak imişler hâşâ! Hem öte yandan Süleyman ismine güzelliğini veren onu taşıyan kişidir. İnsanın ameli onun ismini karalar ya da parlatırdır, keramet surette değil, sîrettedir efendim.
Neyse biz dönelim bizim afacanın ailesine…
Annesi Hamiyet… Maharetli, hamarat, namuslu bir kız olarak büyüyüp yetişmiş. Adı gibi hamiyetli Osmanlı bir kadınmış. Şerefli, görmüş geçirmiş bir ailenin ferdiymiş. Ama kader gülecek insanın yüzüne… Bu kadının babası borç batağına düşende şehrin yaramaz, zontur zengini Cemal Bey, oğlu Şener’e Hamiyet’i istemiş. Adamcağız eve gelip demiş ki kızına:
İnsan kötüdür diye evlâdı da haysiyetsiz olacak diye bir kaide yoktur ya a kızım! Hem Efendimiz Peygamberimiz Hazretleri (s.a.) bildirmedi mi ki “…günahkâr hiçbir nefis başkasının yükünü taşımaz.” Gel ‘he’ deyiver. Hem Şener iyi çocuktur. Safçadır ama nafakanı, iaşeni eksik etmez. Bizi de borçtan kurtarır ha?
Ee kızcağız ne yapsın alnına yazılana bak sen! Kızın adı Hamiyet, ailesinin zor durumunu görmezden gelmek neymiş. Kendi kendisine düşünmüş:
Hem şu Şener’in nesi kötü ki? İşinde gücünde adam… Zaten onun için ‘Babasıyla anlaşamaz, o tahsil görmüş, mektep medrese ehli adamdır. Babasının günahlarına ortak olmak ona züldür.’ diyorlar. İlla tanımak mı lazımdır nikâha. Reddetsem neyleyim, güzelliğime yanacak pervane arar değilim, missworld değilim ne de olsa!
Aslında kendisini ikna ediyormuş bu sözlerle zira o da farkındaymış babasına hayır diyemeyeceğinin. Şener için düşündükleri yanlış değilmiş, kendi değil ailesi aile bed nâmlı imiş. “Ama yine de Cemal Bey’in bir ayağı çukurda. İki güne tahtalıköyü boylar ben de rahata kavuşurum. Kendi evlâdımı da öyle bir yetiştiririm ki bırak bizi dünyaya örnek olur.” diye düşünmüş kendi kendine. Sonra da babasına:
“Tamam.” demiş “Evleneceğim Şener Beyle.”
Galat-ı meşhurdur: “Peder ne der kader ne der…” Sen Cemal Bey ölecek sanıp dur a kızım! Daha evladın Fatih’i kucağına alamadan dâr-ı bekâya göç… Şuncacık bebeyi yetim başına koy git. İnsanın bahtı kötü olunca tahtı neylesin, evi neylesin.
◊◊◊
Gelelim Fatih’in babası Şener Bey’e… Babası Şener Beyefendi şehremini vekili, ahlaklı, saf bir adammış. Babası Cemal Bey’in kötü nâmına rağmen bundan sıyrılmayı bilmiş. İsrafı, gösterişi sevmezmiş. Hanımı Hamiyet’e pek âşık mert bir adammış. Hatununun cenazesine kucağında bebesiyle gitmek pek ağır gelmiş ama toparlanmış. Hem konu komşu yardım edermiş. Cemal Beye kadın mı dayanırmış ki anası yardım etsin Şener’e! Kıymet bilmez, zontur adam gâh tuza, gâh süpürgeye kabahat bulur dövermiş kadını. Ne yapsın o da terk etmiş gitmiş nihayet evi barkı. Her şeye rağmen dostu, komşusuyla hayata tutunmuş yeniden Şener Bey.
Lakin gel gör ki vakit gelmiş siyasetin kırk başlı yılanı bu masum adamın ayağına türlü düzenbazlıklarını dolamış. O saf adamcağıza olmadık iftiralar atılmış, kulplar takılmış. Hiçbir şey bu adamı yıkmamış meğer ki kırk yıllık eşi dostu komşusu dahi bühtan ve dedikoduya dahil ola. İşte bu Şener Efendiye ağır gelmiş. Yıkılmış, yemekten içmekten kesilmiş. Sanki o daha yaşarken ölmüş imiş. Öyle ya, o bunca düzenbazlıkla mücadelesini hak bildiği yoldan sapmamak için yaparken dost bildiklerinden ayrılmak da ne ola? Hem Şener Bey de bilirmiş ki düstur “Önce refik sonra tarik”tir. Buna daha fazla dayanamayan adamcağız öylece ölüp gitmiş sessiz sedasız. Mezar taşına da vasiyeti üzerine şu dörtlük yazılmış:
Zalim zulmünü esirgemez garipten
Müslim duanı sakın çekme Hasîb’ten
Elbet kurtulur bu kapılar kilitten
Siyaset yüzdürür canlıyken koyunu.
◊◊◊
Binnetice Fatih döne dolaşa gelmiş Cemal Bey’in konağına. Dedesi olacak adam işi gücü işret, münkirin biriymiş. Adam günahkârmış ama zevk sahibiymiş hani yani. Meyhane bilmez evde içer, âlem yapacaksa fakir fukara tüm mahalleyi de doyururmuş. Sigarayı tablasından sarar, fildişinden ma’mul bir ağızlık kullanırmış. Zikirden bîhaber olup caka satmak nev’inden tesbih sallasa da külhanbeyi de değilmiş. Ve tabi ki cepkeninde zincirle asılı olan köstekli bir saati varmış ki dillere destan, birinci sınıf bir imalatmış. Zinciri biraz sorunlu olsa da halk nazarında Cemal Bey’le marufmuş. Hâsılı şerri kendine ve ailesine olan bir acayip adammış bu Cemal Bey. Evde böyle bir adamla yata kalka biraz haylazlık da bulaşmamış değil bizim velede…
Fatih mektepte pek bir haylazmış. Gerçi dersleri pek bir iyiymiş, ne de olsa zekâsı ateş çıkarır bir insan evlâdı ama önünde oturanların ensesine sivri kalem değdirmek, etrafına sataşıp durmaktan da zevk alırmış. Bizim oğlan da evdeki muzır dedesinden etkilenir olmuş anlayacağınız. Yalnız hocalar kızsa da pek bir şey demezlermiş. Herkes bilir bunu ki eğer bir çocuk çok zeki ve başarılıysa hocalar içten içe aklına hayranlık duyarlar. Herkes kıymetini bildiği şeyle imtihan olunur. Paranın kıymetini en çok bilen Yahudiler hep parayla imtihan olurlar. Kardeşliğin kıymetini en iyi bilen Türkler de hep kardeşleriyle imtihan olurlar. Hatta devletleri bile bu yüzden defalarca bölünmüştür. Parlak aklın kıymetini de en iyi hocalar bilir. Bu sebeple onlar da ya zekilerle ya da geri zekâlılarla imtihan olurlar mütemadiyen.
Öte yandan hem dedesi Cemal Bey şehrin zengini olduğundan hem de babası rahmetli Şener Bey meşhur şehremini vekili olduğundan Fatih’e arkadaşları Beyoğlu diye isim takmışlar ve iyice meşhur etmişler böylece. Onun da hoşuna gitmiş hani. Belki de bu yüzden büyüdüğünde Beyoğlu’nda ikamet edecek olmak ona ayrı bir zevk verecekmiş. Hâsılı bizim ismiyle müsemma olunacak diye beklediğimiz Fatih oldu mu sana Beyoğlu…
Neyse günlerden bir gün sınıfta “Kral Çıplak” hikâyesini anlatmış hoca. İstemiş ki talebelere bu küçük yaşta ders olsun da hakkı hakikati söylemekten çekinmesinler. Peki öyle mi olmuş bizim Beyoğlu’nda? Elbette hayır! Onun dikkatini çeken hikâyedeki terzi olmuş. “Nasıl olup da kralı çıplak dolaşmaya ikna edebilmiş, şaşılacak şey doğrusu! Nasıl? Nasıl?..” diye kendine sorup durmuş. Cevapları tatmin etmemiş onu. Zira “Bir kralı ikna etmek alelade birini ikna etmeye benzemez. Bu işte başka bir usul var.” diye düşünürmüş hep.
Gün geçmiş bizim Beyoğlu büyümüş atılmış. Renkli gözlü, çeçen sakallı, uzunca boylu, cin fikirli, şeytan tüylü biri olmuş. Arkadaşlarıyla mutad olduğu biçimde çay hanında toplanır fikri mütalaa yaparlarmış. Bu mütalaalar o derece meşhur olmuş ki insanlar çay hanını doldurur olmuşlar Beyoğlu konuşacak diye. Öyle tesirli konuşur, öylesine yeni fikirleri öne sürermiş ki en olmaz adam ertesi hafta ikna olur biçimde gelirmiş yanına.
Artık aradan yıllar geçip şehrin ulularından bir kimse haline gelmişti. Bende olanlar mı ararsın, çantacı olanlar mı ararsın, şeyhi sayanlar mı ararsın… ne derseniz deyin bizim oğlanın şöhreti dört bir yanı sarmış. Dedik ya cin fikirli, şeytan tüylü diye anlayın artık makamını…
◊◊◊