Kutlama Salgını

Değişim, ister kabul edin ister kabul etmeyin karşınızda bütün çıplaklığı ile duran sosyal bir gerçekliktir. Yaşadığımız günlerde bu gerçekliğin boyutları normalin üzerinde bir genişleme göstermektedir. Neredeyse hayatın her alanında beklenen ya da beklenmeyen bir değişimle karşı karşıyayız.
Nereye bakarsanız bununla ilgili sonuçlar görebilirsiniz. İyi ya da kötü, müspet ya da menfî, toplum fertleri adeta bir kabuk değişimi süreci geçirmektedir. Değişirken bizi ilgilendiren şey ise pergelin ucunu nereye sabitlediğimizdir. Yüz yıllardır vahye dayanan bu uç evrensel zorlamalar, bireyselliğin dayatması ve maddi nimetlerin getirdiği rehavetle belki de eksen kaymasına maruz kalacaktır.
İctimai teğâyürün en önemli özelliği herkes tarafından fark edilmiyor olmasıdır. Dahası birkaç tedbirle, birkaç hamle ile durdurma imkânı yoktur. Bir taraftan değişim istemezken diğer taraftan değiştiğinin farkına varmamak da değişimin kuralı gibidir. Yani değişirsiniz ama dur diyemezsiniz. Bu durum, evinin yanışını seyretmekten başka bir şey yapamayan vatandaşın hali gibidir. Evi yanmakta olan vatandaş çaresizlikten nasıl ellerini dizlerine vuruyorsa değişime engel olamayan bilinç sahipleri de ellerini dizlerine vurmaktan başka bir şey yapamazlar.
Yıllardır değerlerimizin yok olmaya yüz tuttuğunu dillendirip dururuz. Değerlerin yıpranması, vaazlarda sohbetlerde, konferanslarda, derslerde, dar kapsamlı konuşmalarda, çocuklarımıza verdiğimiz öğütlerde en öncelikli mevzu olmuştur. Ne var ki, sonuca baktığımızda birçok kıymet hükmünün yerinde yeller estiğini görmek oldukça üzücüdür.
Ahlaki meziyetlerimizin, dinden kaynaklanan geleneklerimizin yok olmasına alışıyoruz. Lakin bir takım yeni ve bizden olmayan anlayış ve hayat tarzlarının aramıza mübarek bir misafir gibi gelmiş olmasına ne demeli!
Daha çeyrek asır önce pek bilmediğimiz, şimdilerde normal gördüğümüz Frenk adetleri; hangi değerin yerine geldiğini bile düşünmeye zahmet etmediğimiz yeni kutsallarımız olmaya başlamıştır.
Bu ülkenin okuyan dindar kesimi “bidat” diye bir şeyleri tartışırken, hiçbir ön şart ileri sürmeksizin bidatlerden kat kat tehlikeli yahudi ve hıristiyanların itikadi ayin ve törenlerini, seccade serip namaz kıldığı evinin salonunda yapmaktadır. Hemen itiraz edeceksiniz, nasıl olur diye. Haklısınız, hıristiyan, yahudi itikatları… ağır geliyor. Ancak öyle bir sarmalın içerisindeyiz ki hangi âdetin itikadi, hangi kutlamaların normal bir uygulama olduğunu bilecek durumda değiliz.
İsterseniz yıl boyu kutladığınız günlerden birkaçının nereden türediğini araştıralım! Ya da kendimize sormanın tam zamanı, Ali Rıza Demircan Hocanın “İslâm’da Batıla Benzemenin Hükmü” kitabını neden ellerimizden attık? Öyle bir değişmişiz ki kitabın müellifi Ali Rıza Hoca bile artık bu kitabından bahsedemez hale gelmiş.
Önce kişisel gelişimcilerin iğvalarına kapılıp çocuklarımızla başladık Frenklerden kutlama devşirmeye. “Doğum günü” kutlamalı idik. Bütün dünya kutlarken biz kutlamazsak çocuklarımız aşağılık kompleksine kapılmaz mı idi! Hemen gerekçelerini de üretiverdik: Efendimizin doğum gününü de kutlamıyor muyduk? (Oysa mevlit bir kutlama değil anmadır. Bunu bile düşünmeye fırsat kalmadı.) Yoksa çocuğumuz üzülür, strese girer, başarısız olur korkusuyla, evet evet doğum günü kutlanmalı idi.
Konu komşu ne der korkusuna kapıldık! Pastalar kestik. Mumlar üfledik. Aile fertleri bunun için bir İngiliz gibi davranmayı bile becerebildi. Çoluk çocuk, anne baba, hala, teyze bilumum aile Batılıların “Happy birthday”den oluşan doğum günü nakaratının peşine Muhammedleri, Ayşeleri, Fatmaları, Alileri ekleyebildi. Doğum günü o kadar yayıldı ki yaşı altmışa dayananlar bile çoluğundan çocuğundan yaş gününü kutlamalarını bekler hale geldi.
Arkasından, okul mezuniyet günlerini kutlamaya başladık. Efendim, herkes kutlarken bizim çocuğun mezuniyet günü kutlanmazsa nice olur! Bizim tarihimizdeki ilk mezuniyet törenleri üniversite mezuniyet törenleri idi. İşte mülkiyelilerin “inek bayramı”, tıpçıların kep fırlatma törenleri vesaire. Bu törenler yapılırken bizim ilahiyatçılar bunları batılın pençesindeki zavallılar olarak görürlerdi.
Ya şimdi! Mezuniyet töreni onlar için de vak’ayı adiyeden sayılır oldu. “Üniversite haydi neyse…” derken liselerde de mezuniyet törenleri ile karşı karşıya kaldık. Soluk almadan ilköğretimler de “Biz de varız, biz de varız!” demeye başladılar. Ana sınıflarının nesi eksik! Onlar da (nereden mezun oluyorlarsa) tören yapar hale geldiler. Bu gidişle anne karnından yeryüzüne teşrif etmiş bebelerin de mezuniyet töreni yaptıklarını görürseniz şaşırmayın! Onlar da o tatlı ağlamalarıyla “Biz anne karnından mezun olduk.” diyeceklerdir adeta!
Sevgililer günü kutlanmazsa ayıp olacaktı! Ülkede kutlamaların önü açılınca(!) bizim insanımız da akşam namazından sonra çiçekçiden aşk renklerine sahip bir canlı çiçek alarak gündüz sarraftan paketlettiği mücevherle birlikte çiçeği eşine sunmaya ve o akşam bütün dünyada olduğu gibi sevgililer gününü idrak etmeye niyetlenerek camiden çıkmaya başladı.
Evlilik yıldönümleri kutlamaları hemen arkasından yayıldı. Hatta hatta işi çılgınlığa götürüp evlilik yıldönümlerinde gelinlik-damatlık giyerek yeniden nikâh törenleri yapanlar bile oldu.
Bir taraftan devlet kutlamaları azaltırken vatandaşın artırmasının sebepleri nelerdir? Bu ayrı bir yazı konusu fakat benim aklıma gelenle, nimetten şımarma, kendini gösterme çabası ve duyguların sahte gıdalarla doyurulmasıdır.
Oysa Kur’an bu konuda bize Nasr Suresi gibi mucize bir kutlama yöntemi sunmaktadır.
Bu Sure’nin verdiği mesaj şudur: Allah bir nimet verirse (bir başarı elde edilirse, bir muvaffakiyete nail olunursa) hamd ile Allah’a yönelmeli, O’nu tesbih etmeli ve kutlama mutlama ile vakit harcamayıp oturup günahlara ağlanmalıdır.